Atatürk’ün devletçilik anlayışını analiz etmeden önce ‘devlet’ ve ‘devletçilik’ kavramlarını genel anlamlarıyla irdelemekte yarar vardır.
Devlet, en basit tanımıyla “halk, ülke, egemenlik ve ülkü birliği öğelerinin bir araya gelmesiyle kurulan varlık, belli sınırlar içinde toprağı bulunan, ülkü birliği çevresinde toplanan insanların bağımsız bir yönetim altında örgütlenmeleridir” şeklinde açıklanabilir. “Devlet, insanoğlunun tarih boyunca gerçekleştirebildiği en önemli siyasal örgütlenme modelidir. Devlet kavramı diğer kavramlara kaynaklık eden, onlara anlam ve ruh veren bir özellik taşır.”[1]
Devletçilik ise, bir devletin toplumsal düzeni sağlamak adına başvurduğu müdahalelerin genel karşılığı olarak algılanmalıdır.“Devletin ülkenin güvenliğini sağlama, yurttaşları özgürlük, eşitlik, hak, gönenç ve barış içinde yaşatma gibi yönetsel, ülkenin bayındırlık, sağlık, tarım, ticaret, sanayi, eğitim ve ekonomik sorunları çözmek gibi yürütme görevleri bulunmaktadır.”[2]
Devletin ülkeyi iç ve dış tehlikelere karşı korumak, adaleti tesis etmek, asayişi muhafaza etmek gibi kendiliğinden doğmuş ve doğal bazı görevleri vardır. Bunlar da kimi görüşlere göre devletçilik olarak algılanmaktadır. Ama genel kanı devletçiliğin, devletin ‘olmazsa olmaz’ sorumluluklarının haricinde ekonomiye de el atması, ekonomik hayata müdahale etmesiyle başladığıdır. Ve “Atatürk’ün devletçilik anlayışı” kavramının açılımı en basit tanımıyla “Atatürk’ün ekonomik görüşleri, kararları ve politikaları”dır.
Atatürk, devletçiliği ‘sosyal hukuk devleti’ anlayışının bir türevi olarak görmekteydi. Sosyal hukuk devletine dair ise şu yorumu getirmekteydi: ” Devlet, bütün yurttaşların hangi işleyimcilik ve meslek dalında olursa olsun, çağımızdaki gelişme ve ilerlemelerin gerektirdiği ölçüde başarılı olmalarıyla yakından ilgilidir. Bu nedenledir ki, yurttaşların eğitim ve öğretimiyle sağlığıyla yakından ilgilenmek zorundadır, yakından ilgilenmelidir.[3]Ancak Atatürk’ün sosyal devlet anlayışında devlet ve bireyin görev ve sorumluluk alanları da farklıydı ve devletin bireyin önüne geçmesi özellikle ekonomik alanda devletin bireye engel çıkarmaması demokrasinin en temel ilkesiydi. Atatürk devletin ekonomiye müdahil olmasını da demokratik sınırlar dahilinde uygun bulmaktaydı.[4]
Tarihi doğru analiz edebilmek ve okuyabilmek, olaylara oluştukları, yaşandıkları koşullar perspektifinden bakabilmekle mümkündür. Atatürk’ün uygulamaya soktuğu devletçi politikaların ve devletçi ekonomi anlayışının da sağlıklı bir biçimde tahlili ancak sonuçları doğuran sebeplerin bilinmesinden ve irdelenmesiyle mümkün olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti’nin enkazı üzerine inşa edilmek zorunda kalmıştı. Yıllarca süren savaşların ardından erkek nüfusu azalmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı’nda ülke bazı tahminlere göre yaklaşık olarak 2 milyon şehit vermişti.[5] 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyılın başında katılmış olduğu savaşlar neticesinde Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumu içler acısıydı. Savaşlar için gerekli bütçe devletin olanaklarından karşılanamaz hale gelince yüksek oranda borçlanmaya gidilmişti. Var olan kaynakların büyük bölümü de ordu için harcandığından elde avuçta ne varsa tükenmeye yüz tutmuştu. Bunların yanı sıra Osmanlı’dan miras kalan borcun 86 milyon altın liraya denk gelen %67’lik bölümü de Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödenecekti.
1913 ve 1915 yıllarında gerçekleştirilen sanayi sayımları Osmanlı’dan devralınan ekonomik enkazı gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin o dönem en gelişmiş bölgeleri olan Batı Anadolu ve Marmara bölgelerinde 1908’lerden önce kurulmuş sanayi tesislerinin:(atölye boyutundaki bu işletmelere “sanayi kuruluşu” denebilirse tabii ki) dökümü şu şekildeydi: “20 un değirmeni, 2 makarna, 6 konserve, 1 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 1 buz, 3 tuğla, 3 kireç, 7 kutu, 2 yağ, 2 sabun, 2 porselen imalathanesi, 11 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama atölyesi, 7 yün, 2 pamuklu iplik ve dokuma, 36 ham ipek, 1 ipekli dokuma ve 5 sair dokuma fabrikası, 35 matbaa, 8 sigara kâğıdı, 5 madeni eşya ve 1 kimsayal ürün fabrikası”[6]
“Ülkenin yığınla gereksinimleri vardı. Halk yoksuldu. Alt yapı gelişmemiş, yollar yapılamamış, zaten sınırlı olan üretim etkinliği içinde üretilen ürünler, yol ve ulaşım, araç ve gereçlerin olmayışı nedeniyle pazara indirilememişti. Yaygın yoksulluk ve yokluk içinde ülkenin her türlü kaynağını devreye sokmak gerekiyordu. Yer altı kaynakları zengin, doğa bereketliydi. Akıllı bir planlama ve verimliliği temel alan üretim ve yatırım politikaları ülkeyi hızla kalkındırabilir, batı ülkeleriyle olan gelişmişlik uçurumunu azaltabilirdi. Ülkede sermaye sınırlıydı. Olan da sınırlı bir kesimin elinde toplanmıştı. Halkın geniş kesimi yoksulluğun pençesi altında eziliyordu. Geçmiş dönemlerde üretken olan ve ticaret yapan burjuvazi savaş sonrasında yaşanan göçlerle Türkiye dışına çıkmıştı. Dolayısıyla yeni bir üretici sınıf ve ticaret erbabı yaratmak gerekiyordu. Bütün bunların yapılabilmesi için de kaynakların verimli kullanılması ve bir plan içinde hareket edilerek bireylerin olduğu kadar devletin de bu süreçlerin içine çekilmesi gerekiyordu.”[7]
Falih Rıfkı Atay dönemin ekonomik durumunu ve bu gidişattan kurtuluş arayışlarını şöyle anlatıyor: “Ne sosyalizm, ne liberalizm, hiçbir ekonomik yol araştırmasında değildik. Limanlar, rıhtımlar, deniz yolları, bankalar, fenerler, elektrik, havagazı, yıkanma suyu, ithalat, ihracat hepsi yabancıların veya İstanbul Hristiyanların elinde idi.120.000.000 lira gibi batıda ancak anonim şirket sermayesi olabilecek bir bütçe ile yanmış, yıkılmış ekonomisi kökünden sökülmüş, üstelik de en iyi kazançları yabancıların elinde bulunan, savaşlar, göçler artığı topraklarda yeni bir devlet kuruyorduk. Türk’ün parası yoktu[8]
Ne yapılması gerektiği ya da nelerin yapılabileceğinin sorgulanması gerekiyordu. Zira ülke tam bir ekonomik bataklığın içine düşmüştü ve her geçen gün daha da diplere doğru bakmaktaydı. Her kesimin görüşü, önerileri ve desteği toplu bir kalkınma hareketi için şarttı. Ve bu düşüncelerle ve bu erekle dönemin İktisat Bakanı Mahmut Esat’ın girişimiyle 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında henüz birkaç ay önce düşman işgalinden kurtulmuş olan İzmir’de İktisat Kongresi toplandı. Çitçi, tüccar sanayici ve işçi temsilcilerinden oluşan 1135 kişinin katıldığı kongre, çiçeği burnunda Türkiye Cumhuriyeti’nin izleyeceği ekonomi politikalarının belirlenmesinde bir dönüm noktası ve başlama işareti gibiydi.
Kongreyi açış konuşmasını yapan Gazi Mustafa Kemal’in sözleri çok anlamlıydı ve gelecek içinde bazı şeyleri ima ediyordu. Gazi şöyle diyordu: “Yeni Türkiye devleti bir devlet’i iktisadiye olacaktır.”. “Siyasi, askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi muzafferiyetler ile tetviç (taçlandırma) edilemezlerse husulu gelen zararlar payidar olamaz, az zamanda söner. Bu itibarla en kuvvetli ve parlak zaferimizin dahi temin edebildiği ve daha edebileceği semerat-ı naifayı (yararlı sonuçlar) tespit için iktisadiyatımızın hâkimiyet-i iktisadiyemizin temin ve tarsin (sağlamlaştırmak) ve tevsii (genişletmek) lazımdır.”[9]
İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt devletin ekonomiye bakışını şu cümlelerle açıklıyordu: “Yeni Türkiye’nin ekonomik modeli var olan ekonomik rejimlerin hiçbiri ile aynı değildir. Bizim kuracağımız ekonomi politikası, Türk ekonomi tarihi, gereksinimleri ve düşünceleri ile oluşan bir siyasettir. Biz, dünyadaki fikir akımlarının hiçbirine dahil değiliz. Ne ‘Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler’ görüşü ne de sosyalist, komünist görüş ya da devletçilik ile korumacılıktan yanayız. Biz, tersine ‘Türkiye’nin Yeni Ekonomik Modeli’ adını verdiğimiz yeni bir ekonomik düşünce sistemi yaratıyoruz. Özel girişimler ve devlet, ekonomik işleri geliştirmek için işbirliği içinde olmalıdır. Büyük kredi sistemi ile sanayi devrimini devlet yönetmelidir. Özetlersek kimi alanlar devlete diğerleri ise özel girişimcileri bırakılmalıdır” Bu yapılan tanım, karma ekonomi düzeni anlayışına dayalı bir devletçiliği yansıtmaktaydı.[10] Hatta bizzat Atatürk kongredeki konuşmasında “kanunlarımıza riayet etme şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye hazırız” diyerek yabancı şirketlere bile davet çıkarıyordu.[11]
Atatürk’ün yola çıkarken kafasında şekillendirdiği modelin karma bir ekonomi olduğunu Falih Rıfkı Atay’ın anılarında da okuyoruz “Bizim devletçiliğimiz bir sol teoriden değil, Osmanlıca deyimiyle “Zaruret’i eşya”dan doğmuştur. Gerçi partide ve Atatürk’ün çevresinde liberal de, yarı sosyalist de, komünist de vardı. Her biri Atatürk’ü kendi eğilimi içine almak istemiştir. Ama hürriyetçi Atatürk devletçiliğin ister istemez yaratacağı Rus tipi bir diktatoryayı asla aklına getirmemişti. O hiçbir zaman bir Nasır’a, bir Bumedyen’e küçülecek karakterde değildi. O insan değercisi idi. Kamu yararcılığı ile özel sektör gelişmelerini uzlaştırıcı karma ekonomi onun tuttuğu ekonomi sistemi olmuştur. Özel sektörü daima korumuştur”[12]
İzmir İktisat Kongresi savaştan bitik bir halde çıkan bir ülkenin iktisadi ve idari birimlerinin birbirlerini tanıması, ihtiyaçların tespit edilmesi ve ekonomik programın belirlenmesi bağlamında Türkiye Cumhuriyeti’nin yol haritasının ilk kez çizildiği bir oluşum olarak öne çıkmıştır. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar ‘Misak-ı İktisadi’ adı altında kaleme alınmış ve bu kararlar ışığında yurt içi sanayi kurmayı hedefleyen, özel girişimciliğe öncelik veren ve mülkiyet hakkına saygılı bir ekonomi modeli temel alınmıştır. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan ve Misak’ı İktisadi belgesinde de yer alan kararlara göre lüks ithalattan uzaklaşılması yerli üretimin geliştirilmesi amaçlanmıştı. Bu hedef doğrultusunda aşar vergisi kaldırılacaktı. İç gümrüklerin yerine koruyucu gümrük tarifeleri uygulamaya girecekti. Ziraat Bankası yeniden düzenlenecek sanayicilerin kolay kredi alabilmeleri için bir sanayi bankası kurulacaktı. Türk limanlarında kabotaj hakkı sağlanması ve demiryolu, limanlar ile diğer ulaşım alt yapısı geliştirilecekti. Teşvik’i Sanayi Kanunu günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenecek ve beş yıl sonra 25 yıl süreyle uzatılması sağlanacaktı.
Türkiye, İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenen yol haritası ışığında içinde bulunduğu ekonomik açmazlardan kurtulmaya çabalıyordu. 1924’te Ziraat Bankası her türlü banka işlerini gerçekleştirebilecek yetkilere kavuşturuldu. 1 Mart 1924’te ilk bütçe uygulamaya kondu.26 Ağustos 1924’te İş Bankası, 1925’te ise eski devlet teşebbüsleri yönetmek amacıyla Türkiye Sanayi Ve Maden Bankası kurulmuştu. Eski reji idaresi satın alındı, Tütün İdare-i Muvakkatesi kuruldu.1927’de Devlet Demiryolları ve Limanları idaresi, 1926’da İstatistik Genel Müdürlüğü kuruldu.1929’da Gümrük Tarife Yönetmeliği yürürlüğe girdi. Yine 1929’da Menkul Kıymetler Ve Kambiyo Borsaları Kanunu çıkartıldı. 1930’da Türk Parası’nı Koruma Kanunu uygulamaya sokuldu. Para piyasasını düzenlemek ve hazine işlemleri yürütmek üzere 1930’da Merkez Bankası Kanunu çıkarıldı.
Bu dönemde ulaştırma alanında da önemli adımlar atılmıştı.1924 yılında Anadolu demiryollarının devletleştirilmesi hakkındaki kanun kabul edildi ve Osmanlı zamanında yabancıların denetimindeki demiryolları devlete geçti. Ayrıca yeni demiryolların yapımına başlandı.1926’da kabotaj kanunu çıkartılmış Türk deniz ticareti ve ulaşımının geliştirilmesinin önü açılmıştır.1926’da Kayseri’de bir uçak fabrikası hizmete sokulmuştur. 1924’te çıkarılan Zirai Birlikler Kanunu 1929’da Zirai Kredi Kooperatifleri Kanununa dönüştürülmüş, kooperatifçiliğin gelişmesi ve üreticinin desteklenmesi sağlanmıştır.
Tabii bunların hangi koşullarda yapılabildiğinin iyi irdelenmesi gerekmektedir…“…Atatürk, önce 1923’lerden başlayarak millileştirme politikasıyla bütün yabancı işletmeleri teker teker devletin parasıyla satın almaya başladı. Yabancıların elinde bulunan demiryolları satın alındı. Yabancıların elinde bulunan tramvay işletmeleri, İzmir, İstanbul tramvay işletmeleri satın alındı. Yabancıların ellerinde bulunan tütün işletmeleri satın alındı. 1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kez Türk personeli Haydarpaşa Garı’ndan İzmit’e tren işletecek. Yani o tarihe kadar işletmecilik yabancıların elinde ve ilk defa 1924 yılında Türk makinist, Türk makasçıları, Türk işletmecileri Haydarpaşa’dan bir treni kaldıracak, İzmit’e getirecekler. Batı Basını’nda Türklerin bunu başaramayacakları şeklinde alaylı yazılar başlamış. Türkler demiryolu işletemezler diye yazılar çıkmış. Bu komplekse biz de kapılmışız. Gerçekten trenimiz İzmit’e vardığı zaman bayram yapılmış. Türkiye bu durumdaydı.”[13]
Atatürk’ün bizzat kendi sözlerinde de sık sık belirttiği üzere Cumhuriyetin kuruluşunda hedef, ekonomik yöntem karma ekonomidir. 1923-1929 yılları arasında hür teşebbüsün de içinde olacağı bir sanayileşme modeli benimsenmiş ve izlenmiştir. 1908 sonrasında ittihatçıların, 1923 sonrasında da Kemalistlerin modern bir kapitalist ekonominin oluşması için öngördükleri ana mekanizma devletin bireyleri zenginleştirecek ortamı ve desteği sağlaması, böylece oluşturulması hedeflenen yeni burjuvazinin yabancı sermayeyle eşit koşullarda işbirliği ve ortaklık ilişkileri içine girerek gelişmeyi ve sanayileşmeyi gerçekleştirmesiydi.[14]
Ancak modelin randımanı ve kat edilen gelişme hızı ile oranı, hükümetin beklentilerini karşılamaktan uzak olmuştur. İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenen hedeflere bu şekilde ulaşabilmek hükümete gittikçe daha zor görünmeye başlamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Örneğin o dönem birçok işletme yabancıların elinde bulunuyordu. Ne yeterli bilgi ne de teknoloji vardı. Özel teşebbüsün mevcut potansiyeli savaştan çıkmış bir ülkenin ekonomisini düze çıkartacak ekonomi hamlelerini kaldırabilecek durumda olmadığı ortadaydı. Devlet özel sektörün önünü açmak için birçok ekonomik kolaylığın alt yapısını hazırlamaya çabalasa da bunlar yeterli gelmiyordu.
Özel sektörün ekonomik kalkınma sınavında arzulanan başarıyı gösterememesinin yanı sıra, dünya çapında yaşanan olumsuzlar da Türkiye’yi çok ciddi bir biçimde etkilemekteydi. Amerika Birleşik Devletleri’nde, borsada başlayan iflas paniği kısa zamanda tüm dünya ekonomilerinde çok büyük bir yangını tetiklemişti. Türkiye Cumhuriyeti’ne de kriz ciddi bir darbe vurmuştu. Türkiye’nin ihracatının temeli tarım ürünlerine dayanıyordu ve kriz sonrası batılı ülkelere satılan tütün, incir, üzüm gibi birçok ürün elde kaldı, ya da yok pahasına satılmak durumunda kaldı.
“…Ekonominin hiçbir kesimi dünya bunalımının sarsıntısı (etkisi) dışında kalamamıştı. Köylünün ürününün değerindeki düşüş ciddi boyutlarda idi. Başta tarım olmak üzere tüm kesimlerin getirileri gerilemiş, dolayısıyla yurt içinde iktisadi faaliyet yavaşlamıştı. Azalan ihracat getirisi sonucu ithalat da azalmıştı. Hazine’nin gümrüklerden aldığı vergiler eski düzeylerini koruyamamış, bütçe sıkışmıştı. İthal malları kıtlığı gümrük oranlarındaki artış, Türk Lirası’nın değer kaybetmesi ve fırsatçılık nedeniyle bazı tüketim mallarının fiyatlarının hızla artması özellikle kentli halktan gelen şikâyetlerin çoğalmasına sebep olmuştu. Olumsuz gelişmeler ve halktan gelen şikâyetler karşısında hükümet şaşırmış durumdaydı. Dış şokun doğurduğu zincirleme etkilenmeler, hele Türk Lirası’nın 1928 ile 1929 arasında yüzde 10 değer yitirmesi ve ithal mallarındaki benzer artış büyük kaygı yaratıyor ama bunun nedenleri yetkililerce kavranamıyordu…”[15]
Atatürk zaman yitirmeden iktisadi politikalarda revizyona gidilmesi gerektiğini ve devletin ekonomi yönetiminde dümeni eline geçirmeden bu sancılı ekonomik virajın alınamayacağını görmekteydi. Atatürk öncelikle devletin ve özel sektörün misyonlarının ve görev alanlarının ayrımının yapılması gerektiğine inanıyordu.[16]
“…Devletçilik, Atatürkçü Düşünce Dizgesi’nin toplumsal ve ekonomik boyutuyla ilgili en önemli açılımdır. Savaş sonrasında yıkıma uğrayan ülkenin yeniden derlenip toparlanması ve bayındır bir ülke durumuna gelebilmesi için planlı kalkınması ve kaynaklarını verimli kullanması son derece önemliydi. Bu nedenle, ülke kalkınmasında sermayeyi elinde tutan kişiler gibi, devletin kendisi de kaklında davasına katkıda bulunmalıydı. Ülkenin yığınla gereksinimleri vardı. Halk yoksuldu. Alt yapı gelişmemiş, yollar yapılamamış, zaten sınırlı olan üretim etkinliği içinde üretilen ürünler, yol ve ulaşım, araç ve gereçlerin olmayışı nedeniyle pazara indirilememişti. Yaygın yoksulluk ve yokluk içinde ülkenin her türlü kaynağını devreye sokmak gerekiyordu. Yer altı kaynakları zengin, doğa bereketliydi. Akıllı bir planlama ve verimliliği temel alan üretim ve yatırım politikaları ülkeyi hızla kalkındırabilir, batı ülkeleriyle olan gelişmişlik uçurumunu azaltabilirdi. Ülkede sermaye sınırlıydı. Olan da sınırlı bir kesimin elinde toplanmıştı. Halkın geniş kesimi yoksulluğun pençesi altında eziliyordu. Geçmiş dönemlerde üretken olan ve ticaret yapan burjuvazi savaş sonrasında yaşanan göçlerle Türkiye dışına çıkmıştı. Dolayısıyla yeni bir üretici sınıf ve ticaret erbabı yaratmak gerekiyordu. Bütün bunların yapılabilmesi için de kaynakların verimli kullanılması ve bir plan içinde hareket edilerek bireylerin olduğu kadar devletin de bu süreçlerin içine çekilmesi gerekiyordu…”[17]
Prof. Dr. Toktamış Ateş devletçi politikaların uygulamaya sokulmasının nedenini şu şekilde açıklamaktadır: ”Devletçiliğin Türkiye’de ortaya çıkışı bir ihtiyaçtan dolayıdır. 1929’a kadar, Teşviki Sanayi Yasası falan sonuç getirmeyince devlet ekonomik yaşama bizzat müdahale etmek zorunda kalmıştır. Ve zorunda kaldığı için her alana el atmıştır. Patiska üretemeyen bir toplumda devlet Sümerbank’ı kurmuştur. Bardak üretemeyen bir toplumda devlet bardak üreten bir Paşabahçe’yi birinci dereceden desteklemek durumunda kalmıştır. Her alanda devlet ithal ikameci yani ithalat yerine içeride üretelim anlayışı çerçevesinde, her alanda hem sanayiyi bu şekilde teşvik etmiş hem de bizzat ekonominin içine girmiştir.”[18]
1929 Büyük Dünya Buhranı, iktisat tarihinin en büyük krizlerinden biri olmuştur. Krizin Türkiye ekonomisini etkilemesi para değerindeki düşüşle başlamış ardından ihraç malları fiyatlarındaki düşüşler buna eklenmiştir. Tarım ürünlerindeki azalış sanayi ürünlerindeki azalıştan fazla olmuş ve tarım üretimi gerilemiştir. Bu da Türkiye Ekonomisi’nde gerileme yaratmıştır. Ancak global krizin Türkiye üzerindeki olumsuz etkisi diğer ülkelere nazaran daha düşük olmuştur. Bunun sebebi ulusal ekonominin dünya ekonomik sistemine entegrasyon seviyesinin düşük olması, ihracatın sadece tarım ünlerine dayanmayıp sanayi ürünlerini de içermesi ve Türkiye’nin ekonomik anlamda kendi kendine yeten bir ülke durumuna gelmesidir. Bu kapsamda krizin Türkiye üzerindeki etkilerini azaltmak için kamu harcamalarını kamu gelirlerine uygun olarak dengelemek, ithalata sınırlamalar getirerek dış ticaretin fazla vermesini sağlamak gibi bir dizi önlemler alınmıştır.
“Celal Bey’in yönetiminde kısa sürede Beş Yıllık Sanayi planı hazırlandı ve 1933 yılı başında kesinleşti. Rus teknisyenlerin de yardımı ile yatırım cins ve yerleri saptandı ve Rusya’dan alınan mali kaynak ile yatırımlara geçildi. Plan yatırımları beş kesim altında düzenlenmişti: Mensucat, maden ‘demir, kömür, bakır, kükürt), selüloz ve kâğıt; seramik, şişe, cam kimya. Sümerbank yönetimde fabrikaların temellerinin atılması birbirin izledi. İki yılda ondan fazla büyük fabrikanın temelleri atılmış, bu fabrikalara nitelikli eleman yetiştirilmiş ve fabrikalar temel atıldıktan iki-üç yıl gibi kısa süre içinde üretime başlamışlardı. O günlerin Türkiye’si gibi insan kaynaklarının kıt ve kurumların zayıf olduğu bir ortamda büyük bir başarıydı.”[19]
Atatürk'ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda nasıl olağanüstü bir kalkınma çabasına girişildiğini göstermeye yeterlidir. Türkiye İş Bankası’nın açılması, Uşak’ta şeker fabrikası, Kayseri’de uçak fabrikası, Kayseri Bünyan’da dokuma fabrikası, Ereğli Bez Fabrikası, Nazilli Bez Fabrikası, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, İzmit Kâğıt Fabrikası, Kayseri İplik ve Bez Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası, Ticaret ve Sanayi Odalarının kurulması, Türkiye Ticaret ve Sanayi Odaları Kongresi, İstatistik Umum Müdürlüğü, Hükümete iktisadi konularda fikir vermek amacıyla çeşitli meslek kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan Ali İktisat Meclisi, Birinci ve İkinci Kalkınma Planları, 1927 yılında Teşviki Sanayi Kanunu, 1930 yılında Sanayi Kongresi, 1931 yılında Ziraat Kongresi, Aşar Vergisinin kaldırılması, demiryollarının satın alınarak ulusallaştırılması, Ulusal Ekonomi ve Araştırma Kurumu’nun kurulması hep bu çabayı ortaya koyan girişimlerdir.
Ancak devletin ekonomiye müdahalesi kapitalizme alternatif bir çaba değildi. “Devletçilik hiçbir zaman kapitalizme bir alternatif, seçenek teşkil eden bir sistem olarak düşünülmemiş ve uygulanmamıştır Devletçilik kapitalizmi engelleyen değil, geliştiren bir politika olmuştur. Devletçilik, özel sektöre, özel girişimciliğe karşı bir politika değildi. Atatürk özel sektöre karşı olmamıştır. Ancak ülkenin gelişmesi, kalkınması için devletin temel ekonomik konularda doğrudan ekonomik yaşama girmesini istediği de bir gerçektir. Atatürk’ün devletçiliğinin, liberal kapitalizmle, serbest piyasa ekonomisiyle bir ilgisi olmadığı gibi, sosyalist ve komünist devletçilikle de bir ilgisi yoktu. Atatürk’ün savunduğu ve uyguladığı devletçilik özel sektöre karşı olmayan, özel sektöre de ekonomide yer veren müdahaleci, himayeci, planlı ve pragmatik bir devletçilikti, bir devlet kapitalizmiydi.”[20]
Atatürk, Birinci Kalkınma Planı'nı 1933-1938 yılları, İkinci Kalkınma Planı'nı ise 1938-1944 yılları için hazırlatmıştır. Bu planlar Atatürk'ün Türk Ulusu'na armağan ettiği önemli bir ekonomik devrim hareketidir. Bu kalkınma planları eldeki kıt kaynaklarla halkın ihtiyaçlarının en iyi biçimde karşılanmasına yönelik olarak hazırlanmıştır. Türk Devrimi’nin ekonomik kalkınmayı plana bağlamasıyla; tam çalışmayı, hızlı ve dengeli sermaye birikimini, dış ödemeler dengesini, enflasyonsuz hızlı kalkınmayı, bölgeler arası dengeli kalkınmayı, özel girişimin gelişmesini, hızlı teknolojik gelişme için yabancı sermaye ile işbirliğini gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Her iki kalkınma planının da temel amacı, hammaddesi Türkiye'de olmasına karşın dışarıdan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı. Bu amaçla tekstil, iplik ve dokuma fabrikaları kurulmuş, devletin teşvikiyle özel girişim olarak bazı çiftçilerin de katılmasıyla Alpullu ve Eskişehir gibi bazı şeker fabrikalarının kurulmasına girişilmiş ve bunlar gerçekleştirilmiştir. 1925 yılında devlet sermayesiyle Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur. Bankanın amacı fabrika kurup yönetmek olarak belirlenmiştir. Bu bankanın desteğiyle Kayseri-Bünyan İplik Fabrikası TAŞ, Isparta İplik Fabrikası TAŞ, Kütahya Çini İşleri TAŞ ve bunlar gibi birçok özel kuruluş devletin de ortak olmasıyla faaliyete geçmiştir.
Atatürk’ün rasyonel öngörüleri ve yönlendirmeleri ışığında 1930-1939 yılları, Türkiye’nin sanayileşme yolunda ilk ciddi adımlarını attığı yıllar olarak nitelendirilmelidir. Sanayi kesimi Cumhuriyet döneminin bundan sonraki hiçbir döneminde 1930-1939 yıllarının ortalama büyüme hızına ulaşamayacaktır. 1929 yılında cari fiyatlarla milli hâsılanın %9,9’unu oluşturan sanayi kesiminin payı 1939’da %18,3’e çıkmıştır. [21] Yine bu dönemde bazı dış krediler alınmış olsa da, dışa bağımlılığın bir göstergesi olan dış ticaret açığı 1930-1939 yıllarında ortadan kalkmıştır.[22]
“Devletçiliğin Türkiye’deki anlamı, bireylerin özel girişimlerinden uzak durmak değildi. Aksine gerçek amaç buydu. Ancak büyük bir ulusun, çok geniş toprakları olan yurdunda, sayısız gereksinmeleri düşünüldüğünde özel sermayenin pek çok şeyi gerçekleştirmesine olanak olmadığı da görülürdü. O halde özel sermayenin yanında, devletin de kendi elindeki devlet sermayesi ile ekonomik yatırımlara yönelmesi ve yurt yararına ekonomik girişimlerde bulunulması Türkiye’ye özgü devletçiliğin ruhunu oluşturuyordu. Bu yeni anlayışa göre, artık devletin de ekonomik işleyişte sorumlulukları vardı. İlk başta devlet eliyle ekonomiyi işletmeyi kolaylaştıracak devletleştirmelerin yapılması kaçınılmazdı. Gerçekte o zamana dek, özellikle yabancı işletmecilere karşı devletleştirme politikaları uygulanmıştı. Artık 1930’dan sonra devletleştirmeler artarak sürecekti.”[23]
Falih Rıfkı Atay’ın yorumu ise şu şekildedir: “Yeni Türkiye’de devletçilik bir ekonomik mesele olarak doğmamıştır. Bir tarihi zaruret olarak doğmuştur. Yapılacak şeyleri devletten başka yapabilecek olan yoktu. Mesele bundan ibaret. Yeni Türkiye, kendi yapmak veya hiçbir şey yapılmamasına boyun eğmek arasında seçim yapmalıydı”
Atatürk dönemi ekonomi kronolojisinde incelendiği zaman uygulanmakta olarak devletçilik modelinin doktrinsel tarafının olmadığı günün koşullarına göre biçimlenmiş ekletik ve pragmatik bir sistem olduğu ortaya çıkacaktır.
Atatürk devletçilik anlayışını şu şekilde açıklamaktadır: ”Başka kimi devletlerin ikinci derecede görebileceği ve kişisel girişimlere bırakılmasında sakıncası olmayan işlerden birçoğu bizim için yaşamsal önemi olan birinci derecede devlet görevleri arasında sayılmalıdır. Bizim izlenmesini uygun gördüğümüz ılımlı devletçilik ilkesi bütün üretim ve dağıtım araçlarını kişilerden alarak ulusu büsbütün başka temellere dayalı bir biçimde düzenlemek amacını güden sosyalizm ilkesine dayanan kolektivizm ya da komünizm gibi özel ve bireysel ekonomik girişim ve etkinliğe olanak vermeyen bir sistem değildir. Özel olarak bizim izlediğimiz devletçilik, bireysel çalışma ve etkinliği temel ilke saymakla birlikte olabildiğince az zaman içinde ulusu refaha ve ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için ulusun genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti doğrudan doğruya ilgilendirmektedir.”[24]
1934’te, o günkü Anayasa’da devletçilik ilkesi şöyle tanımlanmaktadır:” Devletin ekonomi işleriyle ilgisi eylemli bir biçimde yapıcılık olduğu kadar özel girişimlere yön vermek ve yapılmakta olan işleri düzenlemek ve denetlemektir. Aynı şekilde, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 programında devletçiliğin tanımı şu biçimde ortaya konmaktadır:”Ulusal tarihimizin zorunluluklarına, ülkeyi hızla kalkındırmak gereksinmesine ve ulusumuzun yaşama koşullarının toplumsal adalet ve toplumsal güvenlik içinde yükseltilmesi gereğine dayanan bir iktisat ve toplum ilkesidir.”
Bu tanımlar o dönemin özel girişimcilikten ve sermayeden yana olan kesimin rahatsız etmiştir. Bunlar Atatürk devletçiliğini “devlet kapitalizmi”ne ya da “komünizm”e bir geçiş olarak algılamak istemişlerdir. Günümüzde da sıkça tartışılan bu görüşlere Atatürk’ün yanıtı şöyle olmuştur: “Bizim izlenmesini uygun gördüğümüz devletçilik ilkesi bütün üretim ve tüketim araçlarını bireylerden alarak, ulusu büsbütün başka temeller içinde düzenlemek amacını güden ve özel, bireysel ekonomik girişim ve etkinliklere yer bırakmayan sosyalizm ilkesine dayanan kolektivizm, komünizm gibi bir düzen değildir”[25]
1929 Dünya Ekonomik Buhranı’ndan sonra dünya ekonomileri kontrollü devletçiliğe geçmeye başlamışlardır. Atatürk ekonominin çarklarını döndürmek için devlet müdahalesinin önemini Keynes’ten önce görmüş ve gereklerini uygulamıştır. Bu sebeple Türkiye’nin 1930’larda uyguladığı karma ekonomik model ekonomi biliminin alt dallarından biri olan kalkınma ekonomisinin ilham kaynağı ve öncüsü olmuştur.
Atatürk ekonomik politikada istikrara çok büyük önem vermiş ve uygulamıştır. Daha 1922’de TBMM’nin açılış konuşmasında “Türk parası sağlam değerini tutmaktadır. Hükümet bu siyasaya değer vermektedir, bundan böyle bu siyasadan ayrılmayacaktır” demiştir.
Bu anlayışa göre basılan her paranın bir üretim karşılığı olmalıdır. Ülkenin üretiminde artış olmaksızın emisyona gidilmesi açık finansmanın önünü açar, bu durum toplam talebi arttırır. Arz talep dengesi bozulacağı için fiyat artışları olur ve enflasyon ortaya çıkar. Enflasyon verimli yatırımları engeller, yüksek talep ithalatı körükler ve ihracatı düşürür. Sonuçta dış ticaret açığı verilir ve gelir dengesizlikleri başlar. Bu sebeple istikrarlı bir ekonomi için iç dengenin sağlanması şarttır. Devlet harcamalarının tamamı vergilerle finanse edilmeli ve ihracat en az ithalat kadar olmalıdır ki dış ticaret açığı verilmesin. Atatürk’ün istikrarlı, tam bağımsız ekonomi ilkesinin temelini bu denge oluşturur. 1929 yılına kadar açık veren bütçe 1930 yılından sonra bu dengenin sağlanmasıyla dış ticaret fazlası vermeye başlamıştır. Atatürk döneminde bütçe denkliği prensibine o kadar çok bağlı kalınmıştır ki, Kurtuluş Savaşı döneminde dahi emisyona gidilmemiştir.
Atatürk’ün devletçilik politikasını sadece ekonomik çerçevede değerlendirmek yanlış olur. Bu politika aynı zamanda tam bağımsızlık ilkesinin tamamlayıcısıdır. Dünya ekonomisi tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşarken Türkiye akılcı ekonomi politikalarıyla krizi en hafif bir şekilde atlatmıştır. 1929-1939 dünya sanayi üretim artışı %19 iken Türkiye’de %96 olmuştur. Atatürk devletçiliği iki ana hedefe odaklanmıştır: “İktisadi bağımsızlık ve hızlı kalkınma”
Siyaset bilimci Prof. Dr. Tülay Özüerman’a göre Atatürk’ün devletçilik anlayışının sosyolojik bir boyutu da vardır. Özüerman’a göre devletçilik toplumsal yaşama da bir sosyallik kazandırmıştır ve demokrasinin de önünü açmıştır: “1931’de parti programına alınan devletçilik ilkesi gereğince 1933’te ilk beş yıllık plan uygulanmaya konmuş, bu dönemde sanayi alanında önemli yatırımlar yapılarak ve hızlı bir kalkınma süreci içine girilirken devlet aktif şekilde ekonomiye müdahale ederek her alana el atmış, fabrikalar kurmuş ve işletmiştir. Ülkenin çeşitli köşelerine dağıtılan bu kuruluşlar bulundukları çevrenin ekonomik kültürel ve sosyal yaşamında da derin değişmelere yol açmıştır. Üretim ilişkilerindeki değişim, tarımsal üretime dayanan yarı feodal toplumu kapitalist üretim biçimine dayanan burjuva toplumuna dönüştürürken ekonomik hareketliliği de yaratmış ve toplumun statik yapısını çözmeye başlamıştır. Böylece toplumda kapitalist düzeniyle birlikte farklılaşma olgusu ortaya çıkmıştır. Farklılaşabilen sosyal güçler, toplumda ve siyasal yaşamda söz sahibi olmak için örgütlenme ve baskı grubu olma uğraşılarını başlatmışlardır.”[26]
Bu çalışmada Atatürk’ün Ekonomi anlayışı ve Devletçilik ilkesi tarafsız ve herhangi bir doktrine bağlı kalınmaksızın özetlenmeye çalışılmıştır. Osmanlı’dan devralınan borç yükü, primitif ve tükenmiş ekonomiye rağmen bu dönemde Atatürk’ün dâhiyane politikaları sayesinde dünya tarihine ve ekonomi bilimine ilham kaynağı olan bir kalkınma modeli uygulanmış ve denk bütçe oluşturularak Kurtuluş Savaşı’yla kazanılan bağımsızlığın tam bağımsızlığa geçiş süreci tamamlanmıştır.
Az zamanda çok büyük işler yapılmıştır…
Dipnotlar ve kaynakça
[1] Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi-1, Zeus Kitabevi Yayınları, İzmir Şubat 2010,s.37
[2] Bekir Özgen, Atatürkçü Düşünce Ve Atatürkçülük, Özgen Yayınları, İzmir 1997, s.78
[3] Nuran Tezcan (Yayına Hazırlayan), Atatürk’ün Yazdığı Yurttaşlık Bilgileri, Çağdaş Yayınları, İstanbul Eylül 1996, s.50)
[4] Tezcan, a.g.e, s.52 (İlke olarak devlet bireyin yerine geçmemelidir. Fakat kişinin gelişmesi için genel koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de bireyin kişisel etkinliği, ekonomik ilerlemenin temel kaynağı olarak kalmalıdır. Kişilerin gelişmesine engel olunmaması, onların her açıdan olduğu gibi, özellikle ekonomik alandaki özgürlüğü ve girişimleri önünde devletin kendi etkinliğiyle bir engel oluşturmaması, demokrasi ilkesinin en önemli temelidir.)
[5] Oktay Yenal, Cumhuriyetin İktisat Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Ekim 2010, s.8
[6] Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi (1908-2009), İmge Kitabevi, 17. Basım, İstanbul, 2012, s. 20
[7] Kemal Arı, Atatürk Ve Aydınlanma, Yakın Kitabevi, İzmir 2009, Sayfa 218-219
[8] Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul 1980, s.41
[9] Ergün Aybars (Yayına Hazırlayan Erkan Serçe) , Atatürk Çağdaşlaşma Ve Laik Demokrasi, İleri Kitabevi, İzmir 1994, s.130
[10] Özgen, a.g.e, s.80
[11] Boratav, a.g.e., s.42
[12] Atay, a.g.e, s.41
[13] Prof. Dr. Ergun Aybars, EgeKoop Paneli’nde yaptığı konuşmadan, 9 Kasım 1997, İsmet İnönü Kültür Merkezi, (Panel konuşmaları çözümü, sayfa 28)
[14] Boratav, a.g.e., s. 61
[15] Yenal, a.g.e, s.78-79
[16] Tezcan, a.g.e, s. 50-51-52 “…Devlet, ülkenin güvenlik ve savunması için karayollarıyla, demiryollarıyla limanlarıyla, deniz taşıtlarıyla, telgrafla ve telefonla, ülkenin hayvan gücüyle ve her türlü taşıma araçları ile ulusun genel maddi varlığıyla yakından ilgilenir. Ülke yönetiminde ve savunmasında bu saydıklarımız toptan, tüfekten her türlü silahtan daha önemlidir. Özellikle para, her türlü aracın üstünde bir var olma silahıdır. Bu saydığımız alanlardaki işlerden ekonomi ile ilgili olanlar, doğrudan doğruya devletin zorunlu görevlerinden görünmemekle birlikte o görevlerin yerine getirilmesinde etkilidirler. Bu alanlardaki işleri kişilere ya da ortaklıklara bütünüyle bırakabilmek için, bu işlerin, devletin karışması ya da yardımı söz konusu olmadan, devleti, temel görevlerini yerine getirmede zor durumlarda bırakmayacağına emin olmak gerekir. Görülüyor ki ekonomik işler ve kimi toplumsal işler, bir bakıma bireylerin çıkarlarıyla ilişkilidir. Bunun içindir ki, bireyciler bu işlere devletin karışmasını kişi özgürlüğüne karışma gibi görürler. Ne var ki, bu işler içinde dolaylı olarak bütün ulusun çıkarına dokunan ve dayanan noktalar da vardır. Bu nedenle devletçilerin haklı oldukları noktaları kabul etmek yerinde olur. Özel çıkar çoğu kez genelin çıkarıyla çelişir bir durum da alabilir. Bir de özel çıkarlar sonunda rekabete dayanır. Oysa ki yalnız bununla ekonomik düzen kurulamaz. Bu sanıda olanlar “kendilerini serap karşısında adlanılmaya bırakanlardır.” Kişiler, ortaklıklar devlet örgütüne göre zayıftırlar. Serbest rekabetin toplumsal sakıncaları da vardır, zayıflarla güçlüleri yarışmada karşı karşıya bırakmak gibi… Ve dahası kişilerin, kimi büyük ortak çıkarları doyurucu nitelikte karşılamaya güçleri yetmez.Bu gibi işlerde kişilerin kurma olanağı bulamayacakları geniş ve güçlü bir kuruluş gerekebilir ya da bu gibi işlerde, kişiler, yeterli ölçüde çıkar sağlayamayacakları için o işlerden vazgeçebilirler. Oysa o işler ulusça yaşamsal bir önem taşır ve devlet onu yapmak zorundadır Herhalde uluslarda özgürlük ve uygarlık geliştiği ölçüde, devletin görevleri ve sorumlulukları artar.Yaşam geliştiği oranda araçlar da artar.Çok araç, çok ve büyük bir güçle yönetilmeyi gerektirir. Güç arttıkça kurallar da artar. Bir toplumun aracı ve kuralı ise devlettir. Bundan başka devletin bireye göre olan hırsı da başka niteliktedir. O, kamunun ortak çıkarları ve ilerlemesini düşünür. Kişiler özel çıkar hırsından ne ölçüde uzaklaştırılabilir, bu gerçekten düşünülmeye değer. Herhalde devletin siyasal ve düşsel konularda olduğu gibi, kimi ekonomik işlerde de düzenleyiciliğini, ilke olarak kabul etmek uygun görülmelidir. Bu durumda karşı karşıya kalınacak zorluk şudur:”Devlet ile bireyin karşılıklı etkinlik alanlarını ayırmak” Devletin bu alandaki etkinlik sınırını çizmek ve dayanacağı kuralları belirlemek, öte yandan yurttaşın kişisel girişim ve etkinlik özgürlüğünü kısıtlamamış olmakla, devleti yönetme yetkisi verilmiş olanların belirlemesi gereken sorunlardır. İlke olarak devlet bireyin yerine geçmemelidir. Fakat kişinin gelişmesi için genel koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de bireyin kişisel etkinliği, ekonomik ilerlemenin temel kaynağı olarak kalmalıdır. Kişilerin gelişmesine engel olunmaması, onların her açıdan olduğu gibi, özellikle ekonomik alandaki özgürlüğü ve girişimleri önünde devletin kendi etkinliğiyle bir engel oluşturması, demokrasi ilkesinin en önemli temelidir. Öyleyse diyebiliriz ki bireylerin gelişmesinin engel karşısında kalmaya başladığı nokta devlet etkinliğinin sınırını oluşturur. Buna göre “genellikle zaman ve ortam içinde sürekli özel bir nitelik gösteren, ekonomik bir işi devlet üzerine alabilir. Örnegin büyük ve düzenli bir yönetimi gerektiren ve özel kişiler elinde tekelleşmek tehlikesi gösteren ya da genel bir gereksinmeyi karşılayan bir işi devlet üzerine alabilir. Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz ulaşımı ortaklıklarının devletçe yönetimi ve para ihraç eden bankaların ulusallaştırılması, aynı şekilde su, gaz, elektrik ve benzeri işlerin yerel yönetimlerce yapılması yukarıda açıkladığımız türden işlerdir…”
[17] Kemal Arı, Atatürk Ve Aydınlanma, Yakın Kitabevi, İzmir 2009, Sayfa 218-219
[18] Prof. Dr. Toktamış Ateş, Ege Koop Panel Konuşması’dan, Ege Koop Yayınları, 9 Kasım 1997, s. 58
[19] Yenal, a.g.e, s.86
[20] Asım Aslan, Sömürülen Atatürk Ve Atatürkçülük, Ankara, Mart 2000, s.137-138
[21] Boratav, a.g.e., s. 71
[22] Boratav, a.g.e., s. 73
[23] Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi II, Burak Yayınevi, İzmir, Ocak 2011, 1. Basım, s.350
[24] Tezcan, a.g.e, s.55
[25] Özgen, a.g.e, s.83
[26] Tülay Özüerman, Türkiye’nin Batılılaşma Ve Demokratikleşme Açmazı, Dokuz Eylül Yayınları, 1.Baskı, İzmir, 1998, s.101-102