google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Demokrat Parti Efsanesi

DP (Demokrat Parti) nasıl bir anda umut olmuştur?  Kuruluşundan kısa bir süre sonra nasıl kitleleri peşine takabilmeyi başarmıştır DP? DP nasıl yılların CHP iktidarını ezici bir oy farkıyla saf dışı bırakabilmiştir? Ve DP nasıl Türkiye’de hala kırılamayan oy oranlarını yakalayarak iktidar olmuştur?

Siyasette hiçbir şey tesadüf değildir… Eğer halkın talepleri ve toplumun eğilimi rasyonel bir biçimde analiz edilebilirse siyasetteki potansiyel gelişmeleri de öngörebilmek pekâlâ mümkündür. Dolayısıyla DP’nin siyasi başarısını da siyaset bilimi perspektifinden incelediğimizde bu başarıyı sebep sonuç ilişkisine dayandırabiliriz…

DP’nin nasıl böyle bir başarı elde ettiğini açıklayabilmek için  “Merkez-çevre” teorisini anımsamak ve bu teori ekseninde çıkarım(lar)da bulunmak sadece siyaset bilimi perspektifinden değil, sosyoloji penceresinden de olguyu analiz etme şansı sunacaktır. 

Merkez-çevre teorisi

Merkez ve çevre teorisi ilk kez Amerikalı toplumbilimci Edward Shils tarafından ortaya atılmıştır. Shils’e göre merkezi değerler sisteminin odağında “devlet” bulunmaktadır. Devlet, sahip olduğu otoriteyi merkezin seçkinleri aracılığıyla yaymaya çabalamaktadır. Ekonomik ve siyasi açıdan sınırsız güçlerle donatılmış olan bu seçkinler, kendilerine itaat edenleri ödüllendirirken karşı gelenleri ise cezalandırma yöntemine başvurmaktadır.  Shils’e göre, merkezin değerler sisteminin çevre tarafından daha fazla benimsenmesi, dolayısıyla da toplumsal konsensüs, ekonomik gelişmenin, kentleşmenin ve eğitim imkânlarının toplumun geniş kesimlerine yayılmasıyla, toplumun farklı kesimlerinin birbirleriyle daha fazla temasa geçmesiyle mümkündür.[1]

Shils’in “merkez-çevre” teorisine göre merkez toplumda her türlü yönetme erkini elinde bulunduran,  ekonomik, kültürel ve sosyal açıdan her türlü olanağı ve özgürlüğe sahip kesimdir. Yani, yönetim şekline göre saray (veya hükümet), bürokrasi ve yönetenlere en yakın kimselerdir. Çevre ise merkezin kendi hakkında aldığı kararlara uymak zorunda kalan, yönetimde söz sahibi olmayan, merkezin her türlü gereksinimini karşılayan ancak merkezin sahip olduğu avantajlara ve olanaklara sahip olmayan kesimdir. Yani en basit tanımıyla merkez-çevre teorisinde merkez yöneten kesimi, çevre ise yönetilen kesimi ifade etmektedir. Ya da bir başka deyişle merkez “Devlet ve devlete yakın kesimler” çevre ise toplumun taşrada yaşayan ve merkezin sahip olduğu olanakların birçoğundan mahrum kalmış kısmıdır.

Shils’in merkez-çevre teorisini Türk Siyaseti’ne uyarlayan toplum bilimci Şerif Mardin “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar; Merkez Çevre İlişkileri” başlıklı makalesinde Türk Toplumu’nda merkez ve çevre arasındaki gerilimin ve uyumsuzluğun kökenlerini Osmanlı dönemine kadar götürmektedir. Mardin’e göre Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri süregelen merkez ile çevre arasındaki uçurum ve Cumhuriyet’in ilanı dönemindeki ve çok partili dönemdeki birçok gelişmelere de ışık tutmaktadır: “Çevre resmi düzenin okumuş ve yetişmiş üyelerinin yararlandığı eğitim kurumlarının ancak birinden, yani dinsel öğretim kurumlarından yararlanabiliyordu. Bundan ötürü çevrenin büyük çeşitlilik gösteren kendi karşı kültürünü geliştirmesine şaşmamak gerekir. Ama çevre, kültür bakımından ikincil bir statüye sahip olduğunun iyice farkındaydı. Nitekim bu farkında oluş, çevrenin, seçkinler kültürünün üsluplarını acemice taklit edişinde çok iyi bir biçimde dile getirir”[2]

Mardin Osmanlı’nın belli başlı sebeplerden ötürü merkez çevre karşıtlığının üzerine oturduğunu öne sürmektedir. Osmanlı’daki merkez-çevre ilişkisi birçok ölçüde yapısaldır ve bu onu Batı’dan önemli ölçüde farklılaştıran bazı dinamikleri içermektedir.  Mardin’e göre Osmanlı’daki “merkez-çevre” farklılaşması daha sonraki dönemlerde de sürmüştür. 19. Yüzyıl modernleşmesiyle birlikte taşra bürokrasisi ve burjuvazisini oluşmuş ve bu yapı “çevreyi” temsil etmeye başlamıştır.  Osmanlı modernleşmesi bu zıtlığı ve ondan doğan çatışmayı azaltmamıştır. Jön Türkler dönemi başladığında modernleşme merkezde kalmış ve çevrenin tepkisini toplamıştır. Mardin’e göre “İttihat Ve Terakki” Osmanlı’nın “din ve devlet”i koruma sloganında cilalanıp parlatılmış halidir. Cumhuriyetin ilanı sürecinde de Osmanlı döneminde olduğu gibi yasalar koyarak tepeden inme bütünleşmeyi sağlamak benimsenen yöntem olmuştur. Bu da Osmanlı’dan beri süre gelen merkez-çevre karşıtlığının ve mücadelesinin Cumhuriyete giden yolda da kendisini hissettirmesine ortam hazırlamıştır.[3]

 “Türk Kurtuluş Savaşı (1920-1922) sırasında, bu merkez çevre karşıtlığı ulusal direnişin temsilcisi Büyük Millet Meclisi’nde bir kez daha ortaya çıkmıştır.  “Çevre”nin temsilcisi konumundaki, “İkinci grup” olarak adlandırılan bu grup, Kemalistler görevinden alınmış memur sınıf üyelerinin liderliğinde, dağınık bir grupla mücadele etmişlerdir. Ama Meclis’te daha büyük toplulukların katılımıyla “ikinci grup”u oluşturan bloğun mensuplarının sayıları, toplumda gördükleri destek artmıştır…”[4]

Şerif Mardin’in tanımlamasını yaptığı bu farklılaşma merkez kavramının siyasal anlamını da ortaya koymaktadır. Merkez, burada, eksiksiz biçimde devletle bütünleşmiştir. Buna “siyasal merkez” demek daha doğru olacaktır. Siyasal merkezin karşısında yer alan bir “siyasal çevre”den söz açmak elbette mümkündür.[5] İşte, DP’nin siyasetteki başarısı merkez sağın doğuşu “siyasal merkez”le “siyasal çevrenin” mücadelesinin ve/veya siyasal çevrenin siyasal merkeze mevcudiyetini kabul ettirmesinin bir sonucudur.

Çok partili hayata geçiş

2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın dengelerinde de değişmeler başlamıştı. Sovyetlerin Türkiye üzerindeki baskılarının artması CHP’yi zorda bırakıyordu. Sovyetler Birliği 19 Mart 1945’te, 1925 yılında imzalanmış  “Dostluk ve Saldırmazlık” antlaşmasını yenilemeyeceğini bildirdi. Sovyetler Boğazlar’da denetim hakkı ve Kars ile Ardahan’ı istiyordu. Türkiye kuzey komşusu Sovyetler Birliği’nden gelen bu talepler karşısında korunma çözümünü ABD bağdaşığı olmakta bulacak, böylelikle liberal kapitalist dünya ile yakın bir etkileşim başlayacaktı. [6] Gerek dış politikadaki kaos gerekse içerideki ekonomik sıkıntılar CHP’nin içinde muhalif seslerin de ortayla çıkmasına neden olmuş, 1923’ten 1945’e dek tek başına iktidarda kalan CHP çok partili demokrasiye geçme fikrine sıcak bakmaya başlamıştı. 

Parlamenter sisteme geçiş denemesi 1945 yılında bizzat CHP tarafından başlatılmıştı. Muhalefet partilerinin kurulmasına izin vermesi yönündeki bu karar alışılmadık bir durumdu. Bu kararın alınmasında rol oynayan etmenlerin ilki, ülkenin geçirdiği siyasal, ekonomik ve sosyal dönüşümdü ki bu dönüşüm 2. Dünya Savaşı’nın sonunda yeni bir siyasal örgütlenmeyi veya en azından bu alanda bir değişimi zorundu kılmıştı. Çok partili sistem kararının alınmasında rol oynayan ikinci neden, Birleşmiş Milletler Şartı’nın kabul edilmesiydi. Bu durum hükümetin siyasal sistemi demokratikleştirmek üzere söz verdiği sözü tutmakla yükümlü olduğu şeklinde yorumlandı. Dünyanın yeni siyasi dengelerini belirleyen kavram “demokrasi”ydi. Demokratikleşmenin Türkiye’yi batılı müttefikleri arasında daha iyi bir konuma taşıyacağına inanılıyordu. Türkiye’nin batıdan, özellikle de ABD’den gelen askeri ve ekonomik yardıma giderek bağlanması onu müttefiklerin görüşlerine çok duyarlı bir hale getirmişti. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı İsmet İnönü siyasal özgürlük sözü verdi.[7]

Halk da tek parti düzenine tepkisini göstermeye başlamıştı. Gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de, CHP dışında başka siyasal partilerin de kurulması gerektiği yolundaki ilk ciddi açıklama Birleşmiş Milletler Örgütünün kuruluşu için San Fransisco’da bulunan Türk Heyetinden gelmişti. San Fransisco’daki Türk temsilciler artık Türkiye’de demokrasinin kurulacağını açıklamışlardır. İsmet Paşa’nın 19 Mayıs 1945’te savaşın sona ermesiyle ilgili olarak yaptığı konuşmada demokrasiye geçileceğini açıklaması, çok partili siyasi hayata geçiş için en ciddi bir gelişme olmuştu. Bu konuşma tüm dünya kamuoyundan büyük destek bulmuş ve ilgi görmüştü.

Demokrat Parti’nin kuruluşu

Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e üye olmasının ardından çok partili parlamenter rejime geçişe göz kırpıldığı, liberalleşme rüzgârlarının estiği bu süreçte ilk muhalefet partisi kurulmuştu: Milli Kalkınma Partisi.  Genel Başkan Nuri Demirağ partisinin açılış konuşmasında “Aziz yurdumuz artık tek parti ile idare olunamazdı. Halk şimdiye kadar süslü sözlerle, parlak programlarla, kuru vaatlerle inkisarı hayale uğradı. Biz bunu yapmayacağız” diyordu. Milli Kalkınma Partisi Cumhuriyet Döneminin ilk muhalif partisi olarak tarihe geçmesinden öte fazlaca bir varlık gösteremedi. Dönemin siyasi gelişmelerini konu alan birçok kitapta adının bile geçmediği Mili Kalkınma Partisi “kuzu partisi”[8] olarak siyasi tarihte yerini aldı. Milli Kalkınma Partisi’nin kuruluşu İsmet İnönü’nün bile ciddiye almadığı bir hareketti aslında. İnönü, muhalefetin meclis içerisinden çıkmasını istiyordu.

14 Mayıs 1945 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toprak reformu yasası görüşülürken Demokrat Parti’nin gelecekteki önderleri etkili bir karşıt görüş savunmasında bulundular. Bu kişiler aynı ay içinde tartışılan bütçe sırasında da sert eleştiriler yaptılar. Böylece bir yeni partinin çekirdeği Meclis’teki tartışmalar sırasında belirlendi. [9]Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın 7 Haziran 1945’te “dörtlü takrir” olarak adlandırılan önergeyi CHP meclis grubuna vermeleri “merkez sağ”ın Türkiye’de köklü bir biçimde kurulması bağlamında önemli bir dönüm noktasıydı. DP’nin kuruluşunun ayak sesleri olarak da nitelendirilebilecek bu önergede yasalarda ve parti tüzüğündeki antidemokratik hükümlerin ayıklanması, diğer partilerin kuruluşuna olanak tanınması, CHP program ve tüzüğünde düzenlemeye gidilmesi gibi bir anlamda parti içi demokrasiye yönelik talepleri mevcuttu. Önergeden kısa bir süre sonra Menderes, Köprülü ve Koraltan’ın kısa bir süre sonra partiden ihraç edilmeleri üzerine Celal Bayar da meclisteki görevinden ve partiden ayrılmıştır. 7 Ocak 1946’da Demokrat Partinin kuruluşu resmen ilan edilmişti.  Böylece tek partili dönem sona ererken “Merkez Sağ” hareketi de resmen partileşmişti. [10]

Siyasete “İttihat Ve Terakki” saflarında başlayan Celal Bayar (1883-1986) Atatürk zamanında İsmet Paşa’dan sonra başbakanlık yapmış, ekonomik olarak daha liberal eğilimlerin destekçisi bir politikacıydı. Adnan Menderes (1899-1961) uzun süredir siyasal bakımdan etkin olan bir büyük toprak ağasıydı. 1930 yılında Aydın’da “Serbest Fırka”nın yerel örgütünü kurmuş, parti kapatılınca da Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılmıştı. Menderes özellikle toprak reformu tasarısını hazırlayan encümenin üyesi ve sunucusu olarak çok etken bir rol oynamıştı.  Üçüncü imzanın sahibi Fuat Köprülü (1860-1966) tanınmış bir tarih profesörüydü. Dördüncü isim olan Refik Koraltan da (1889-1974) uzun süredir halk partisi içinde siyaset yapan bir avukat ve yöneticiydi.[11] Yani Demokrat Parti lider kadrosu CHP içinden çıkmıştı. “Merkez Sağ”ın temellerini atan kadronun eski CHP’lilerden oluşması ayrıca dikkat çekiciydi. En ilginci ise kurulan DP’nin toplumsal tabanını büyük ölçüde Cumhuriyet’in kültür devrimine itiraz eden kesimlerden oluşsa da bu oluşumun öncülerinin, aslında fazlasıyla, hayat tarzları ve zihniyetleri itibarıyla bu kültür devriminin de taşıyıcıları olmasıydı. Daha önemlisi, DP lider kadrosu Cumhuriyet’e karşı oluşan muhafazakâr tepkiyi siyaseten temsil etmeyi benimsemekle birlikte bu siyasi temsili Cumhuriyet kurumları çerçevesinde, modern, demokratik mücadele çerçevesinde görmüşlerdi.[12]

Menderes DP’nin gerek kuruluşunda gerekse teşkilatlanmasında en çok emek ve çaba gösteren isimlerin başında yer alıyordu. Birikimi, deneyimi ve yetenekleri sayesinde Parti Sözcülüğü görevine getirilmişti. Bu konumu ve yeni görevi,  o ana kadar hep ikinci planda kalan, fazla ön plana çıkmayan Menderes için bir dönüm noktası olmuştu. 1945–1950 yılları arasında gerek şahsı adına gerekse parti adına yapmış olduğu açıklamalarda; CHP hükümetlerine yönelik son derece ciddi ve sert tenkitlerde bulunsa da İsmet İnönü’yü karşı hep saygılı ve ölçülü davranmıştı. . Menderes, uzlaşmadan yana,  kanunlar ölçüsünde etkili ve sert bir muhalefet anlayışına sahipti.[13]

İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan sıkıntılar, yokluk, özgürlüklerin sıkıyönetimle sınırlandırılmış olması, Milli Koruma Kanunu uygulamaları halkı CHP yönetiminden soğutmuştu; Demokrat Parti ise vaatleriyle bir kurtarıcı gibi görülüyordu. CHP’den kavgalı gürültülü bir biçimde ayrılan Demokrat Parti kuruluşun arkasından kabul edilen parti programında iktisadi düzen olarak “liberalizm”i kabul etmişti. Demokrat Parti’ye göre devletçilik özel sektörü desteklemek amacıyla uygulanacaktı.  Demokrasi tek dereceli serbest seçimle gerçekleştirilecek, kamu iktisadi kuruluşları özel girişime devredilecek, memurlara sendika kurma, işçilere grev hakkı tanınacaktı. Parti kısa sürede örgütlenmiş ve halktan büyük destek bulmuştu.  Savaş sırasında zenginleşen burjuva kesimi de, elindeki sermaye birikimini daha iyi değerlendirebileceği liberal bir düzen arıyordu. İşte DP, halkın, bu arada çıkarları büyük kitlelerin çıkarıyla zıtlaşan sınıf ve zümrelerin yanı sıra en başta bu sermaye sınıfının sözcüsü olarak siyaset sahnesine çıkmıştı. Bu bakımdan DPyi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka ile aynı çizgide saymak mümkündü.[14]  Zira DP de özellikle çevrenin eğilimlerini ön planda tutan bir siyaset anlayışı gütmekteydi. CHP’nin merkez partisi kimliğinin tersine çevreyle yakın temasa geçmişti. Hatta bu bağlamda CHP yöneticileri DP’yi kuranlara “Destek bulmak için taşra kasabalarına ya da köylerine gitmeyin, ulusal birliğimiz sabote edilmiş olur” şeklinde bir uyarıda bile bulunmuştu.[15] Bununla “taşranın temel grupları, siyasi partiler olarak yeniden dirilecek” denmek isteniyordu. Bu sözün içtenlikle söylenip söylenmedi bir yana, 1923 ile 1946 arasında çevreye (taşra anlamında) kuşkulu gözle bakıldığı bir gerçektir ve potansiyel bir muhalefet alanı olarak görüldüğü için de çevre, merkez tarafından sıkıca gözaltında tutulmuştur.[16]

DP’nin gördüğü bu ilgiden çekinen CHP de siyaset anlayışına çeki düzen verecek köylülerin üzerinde bazı vergilerin kaldırılması,  öğrencilere örgütlenme hakkı tanınması, üniversitelere özerklik verilmesi işçilere sigorta güvencesi getirilmesi gibi bazı önemli adımlar atmıştı. Parti Kurultayı’nı olağanüstü toplayan CHP, (İnönü’nün isteği üzerine) İsmet İnönü’nün “değişmez başkanlık” unvanını kaldırmış,  tek dereceli seçimlerle birlikte erken seçim kararı almıştı.[17]Bu, bir anlamda henüz taşrada örgütlenememiş, aday listelerini hazırlamakta zorlanan DP’yi hazırlıksız yakalamayı hedefleyen “baskın seçim” kararıydı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’de ilk defa çok partili genel seçim hazırlığına girilmişti.[18]

Seçim sonuçları açıklandığında pek çok kimse düş kırıklığına uğruyor ve itiraz ediyordu. Tansiyon yükselmişti. DP’nin oyları şehirlerde ilerideydi ancak kırsal alanlardan gelen seçim sonuçlarının ezici çoğunluğu CHP lehineydi. Muhalefet, seçim sonuçlarının İstanbul için gizli görüşmelerden sonra CHP lehine değiştirilmiş olduğunu iddia ediyordu. Üstelik İstanbul’daki 27 milletvekilliğinin 18’ini DP adayları kazanmıştı. Bütün ülke için alınan sonuçlara göre ise, 465 milletvekilliğinin, 395’ini CHP,  64’ünü DP,  6’sını da bağımsızlar kazanmıştı[19]

“Şaibeli seçim” olarak bilinen 21 Temmuz 1946 seçimi mevcut antidemokratik seçim yasası uyarınca yapılmıştı. Seçmen listeleri yargı denetiminden uzak bir şekilde hazırlanıyor, yörenin (iktidara yakın) mülki amirlerince oluşturulan komisyonlar, muhtarlar bu işi yapıyorlardı. Seçmenler, oylarını açık olarak kullanıyorlardı. Böylece atılan oyların sandık kurullarınca denetimi sağlanıyordu. Seçim Yasası’nın en sakıncalı yanı tasnif, yani ayırma işleminin gizli, çoğunlukla memurlardan oluşan sandık kurulu ve komisyonlarca yapılmasıydı.[20] Demokrasi tarihimizde şaibeli ya da hileli seçimler olarak anılan bu seçimler DP tarafından propaganda aracı olarak sık sık gündeme getirilecekti. .

DP, genellikle hayat pahalılığı, antidemokratik kanunlar gibi hususlarda CHP’ye muhalefetini sertleştiriyor, ülkedeki hoşnutsuzlukların ve sıkıntıların tüm sorumluluğunu CHP’ye yüklüyordu. Belli başlı muhalif grupların desteğini de arkasını almıştı. 21 Temmuz 1946’da ilk çok partili genel seçim yapılmış ancak bu ilk uygulamada oy kullanma ve sayım biçimi ile demokrasiyle hiç bağdaşmayacak bir yöntem uygulanmıştı. Oyların açık kullanılmasına rağmen sayımın gizli olması ve beklenenin aksine CHP’nin galibiyetinin açıklanması büyük tartışmalara neden olmuştu.

Muhalefetin yoğun eleştirileri ve bu bağlamda CHP ile gerilen ipler çok partili parlamenter sistemin yarınları adına tehlike arz eder duruma gelmişti. 12 Temmuz 1947’de İsmet İnönü bir genelge yayınlama gereği duymuştu.[21] 16 Şubat 1950’de ise Şemsettin Günaltay’ın başkanlığındaki hükümet Türk Demokrasisi’nin sağlıklı bir biçimde yürüyebilmesi için gerekli tüm önlemleri alacağını resmen açıklıyordu.  Gizli oy açık tasnif yaklaşımı seçim sistemine giriyor, partilere devlet radyosundan propaganda konuşması yapma olanağı eşit bir biçimde sağlanıyor, seçimin tüm evreleri yargı güvencesine bağlanıyordu. [22]

Türk Demokrasi Tarihi’nde çok önemli bir yeri olan 1950 seçimleri öncesinde CHP 1946 seçimlerinde rüştünü ispatlayan DP’nin karşısında iktidarını yeniden sürdürebilmeyi amaçlıyordu. 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerle, CHP ve DP daha fazla demokrasi vaadiyle halkın karşısına çıkmış, ülkede hızlı bir değişim ve gelişimin önü açılmıştı. Seçimleri kaybedebilme ihtimali ve endişesi neticesinde İnönü, halkın arasına karışarak, ilk kez böyle aktif bir çalışma içine giriyordu. CHP’nin seçimlerdeki en büyük gücü de (önceden, seçimlerde tarafsız kalacağını söylemiş olsa da) bizzat Cumhurbaşkanı İnönü’ydü. Seçime başka muhalefet partileri de katılmış olsa da mücadele CHP ile DP arasında geçmişti. CHP Genel Başkanı İnönü’nün rakibi DP Genel Başkanı Celal Bayar’dı. Mustafa Kemal Atatürk’e başbakanlık yapmış ve onunla uzun yıllar birlikte çalışmış bu iki lider demokratik hayatın ve çok partili sistemin yerleşmesi açısından büyük bir çaba içerisine girmişlerdi. [23]

İktidarda bulunan CHP seçimi kazanacağından emin olduğu için çoğunluk sisteminin uygulanmasını istiyordu. DP ise nispi temsilin uygulanmasından yanaydı. TBMM’deki oylamada çoğunluk sistemi kabul edildi. Böylece CHP’nin istediği olmuştu. Fakat 1950-60 döneminde, bu partinin şikâyet ettiği konuların başında kendi önerisi olan seçim sistemi geliyordu.  [24]

14 Mayıs 1950’de yapılan milletvekili seçiminin sonuçları şu şekildedir: Kayıtlı seçmen;8.905.743, oy kullananlar: 7.953.055, seçime katılma oranı:%89,3. CHP’nin oyu 3.176.561 (%39,9), Çıkardığı milletvekili sayısı:69; Demokrat Parti’nin oyu:4.241.393 (%53,3) çıkardığı milletvekili sayısı: 408.Millet Partisi’nin oyu: 250.414 (%3,1), çıkardığı milletvekili sayısı:1. Bağımsızların oyu: 383.282 (%4,8), çıkardıkları milletvekili sayısı:9. 

Görüldüğü gibi seçimde uygulanan çoğunluk sisteminin neticesinde CHP’den bir milyon daha fazla oy alan DP dört yüz sekiz milletvekili gibi ezici bir ekseriyete ulaşmıştı.  Nispi temsil yöntemi uygulansaydı, CHP’nin milletvekili sayısı 190, DP’nin 250 dolaylarında olacaktı. Sonuçta yirmi yedi yıl 1923’ten bu yana tek başına iktidarda olan CHP devrilmişti.[25] Demokratik bir seçim ile kavgasız ve kansız bir şekilde iktidarın el değiştirmesi “demokratik ihtilal” (ya da “beyaz ihtilal”) olarak değerlendirilmişti.  Halk DP’yi iktidara getirmişti.

1950 seçimleri merkez sağ söylemlerin toplum üzerindeki etkisinin görülmesi açısından çok önemlidir.  Demokrat Parti’nin unutulmaz seçim sloganı olan “ Yeter! Söz Milletindir” söylemi daha seçim sürecinde halktan beklediği ilgiyi görmüştü. Asker ve sivil memurların hâkimiyetinde olan CHP halkın gözünde “bürokratlar partisi”  olarak görülmekteydi. DP’li adayların vatandaşla kaynaşması ve taşrayı karış karış gezmesi, yaşam tarzı açısından halktan kopuk bir görüntü sergileyen iktidarın da halkın iradesini dikkate almaya itmiştir. Tek parti döneminin, batılılaşmış, şehirli bürokratlarının dışında kalan çoğu toprak ağası ve köylü, taşralı, esnaf ve tüccar olan geniş bir kitle siyasi alanda kendisini temsil olanağı bulmuştu. Halkın seçkinci ve yabancı bulduğu CHP’lilerin bu eksiğini iyi analiz eden DP’liler halka yakın durmaya ve halkın gerçek temsilcileri gibi davranmaya özen göstermişlerdi. DP’nin programındaki ekonomik büyüme politikaları kırsal nüfus tarafından “kurtuluş” şeklinde kabul görmüştü. Bu seçimler çevrenin merkeze taşınması açısından olduğu kadar merkezin de ilk defa çevreye açılmaya başlaması açısından ayıca dikkat çekiciydi.

DP’nin seçim zaferi seçkinci idareye meydan okumanın yolunun ekonomik refahtan geçtiğini göstermişti. 27 yıllık CHP iktidarına karşı toplumun birikmiş tepkisi DP’de ifade bulmuş ve 1950 seçimlerinden sonra Türk siyasetinde yeni bir dönem açılmıştı. Bu DP’nin özelde merkez sağın genelde ise tüm sağ siyasi geleneğin temelini atmasını sağlamıştı.[26]

DP’ye seçim zaferi sağlayan birçok milletvekili aslında halk tarafından yeterince tanınmıyordu. Yani bu başarı tamamen DP’nin bir seçim başarısı değildi. Zafer sadece Bayar’ın, Menderes’in veya DP’nin yönetici kadrosunun da değildi. Bu tablo aynı zamanda CHP’nin başarısızlığının da bir sonucuydu. İnönü’nün ve CHP’nin seçimlerin kaybedilmesinde birçok sebep vardı. Fakat en başta geleni halkın “değişiklik arzusu”nu CHP’nin yeterince görememiş, fark edememiş ve karşılayamamış olmasıydı. İktidar yorgunluğundan ötürü de halk desteğini kaybetmişti.[27]

DP iktidarının en büyük başarısı, daha önce benzeri görülmemiş hızlı bir kalkınma sağlayan ekonomi politikası olmuştu. Bu politika dışarıdan alınan cömert yardımlar ve kredilerle destekleniyordu. [28] DP ilk iktidar dönemi olan 1950-1954 döneminde öncelikle vaat ettiği konular üzerinde çalışmalar yapmıştı. Arapça ezan yasağı kaldırılması, genel af çıkarılması, CHP’nin mallarını hazineye devreden yasanın kabul edilmesiyle birlikte halkevlerinin de kapatılması bu ilk dönemin DP imzalı icraatlarıydı. Yine Kore’ye asker gönderilmesi, NATO üyeliği ve Türkiye’nin öncülüğünde Balkan Paktı’nın kurulması gibi gelişmeler dış politikada DP’nin ilk döneminin icraatları arasındaydı.

2 Mayıs 1954 seçimleri DP için daha büyük bir zaferdi ama aynı zamanda “düşüşün başlangıcı”ydı. DP oyların yüzde 56,6’sını alırken 541 milletvekilliğinden 503’ünü kazanmıştı. Yüzde 35 oy alan CHP 31 milletvekili çıkarmıştı. DP’nin bu başarısında özellikle ekonomik önlemlerin ve tarımda yapılan atılımın çok önemli bir payı bulunmaktaydı. Marshall yardımıyla sağlanan gereçlerle, tarımda makineleşmeye gidilmiş, tarım kredileri arttırılmış, ürünlerin taban fiyatları çok yüksek tutulmuştu. Sadece üreticinin durumu iyileştirilmemiş ticaretle uğraşanlara bile kredi dağıtılmış, şeker çimento ve dokuma sanayilerinde büyük bir atılım başlamıştı. Halkın yaşam koşullarında önemli bir iyileşme sağlanmıştı. [29]

1954 seçimlerinde DP’nin seçim sloganları da başarıyla geride kalan bir dönemi anlatmakta ve halktan bir dönem için daha vize istemektedir: “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır”, “Kalkınma Türkiye senin eserindir onu yıktırma!”, “Işık, okul, su, yolumuz köye doğru, güvendin seçtin eserini koru”, “Buğdayına 30 kuruşu çok görene oy verme”, “Her işçiye bir çatı”, “Yapayalnızdık bugün cihan bizimledir”,  “İşçi Vatandaş!  Demokrat Parti haklarının bekçisidir.”, “ Senin partin "Demokrat Parti" [30]

1954-1957 arasındaki dönemde baş gösteren ekonomik sıkıntılar DP’nin halkla arasının açılmasına giden süreci başlatmıştı. Tek başına iktidar olmanın getirdiği güç ve rehavet de eklendiğinde “Söz milletindir” diyen DP artık milletle karşı karşıya gelmeye, sertleşmeye başlamıştı. Eleştirilerden büyük rahatsızlık duyan DP Hükümeti muhalif gazetelere ve gazetecilere savaş açmış, basını sindirmek istemişti. DP’nin gülümseyen yüzünün asılması, hırçınlaşması parti bünyesinde de kimi milletvekillerinin eleştirilerine sebep olmuş, muhalif milletvekillerinin ihracı yoluna gidilmesi bu sefer istifaları da beraberinde getirmişti. DP’den ayrılan milletvekilleri ise Hürriyet Partisi’ni oluşturmuşlardı. DP’nin kurucusu Fuat Köprülü dahi 1957 seçimleri öncesinde istifa eden isimlerin arasındaydı. Balkan Paktı’nın istenilen sonucu vermemesi, 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Sorunu gibi hususlar ekonomik sıkıntıların köşeye sıkıştırdığı DP’yi daha da sıkıntılı bir sürece doğru ittiriyordu. Menderes kurtuluşu ABD’den gelecek ek kredide ve yurt dışı temaslarında bulabileceği borçlarda görmeye başlamıştı.

1957 seçimlerine doğru giderken parti içindeki kavgalar artmış, DP içindeki muhalefet gücünü arttırmaya başlamıştı. DP, muhalefete yönelik baskılarını arttırırken, zamanında bu yüzden eleştirdiği CHP’nin durumuna düşüyordu. Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) genel başkanı Osman Bölükbaşı’nın tutuklanması, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in gözaltına alınması büyük tepkilere neden olmuştu. [31]

Muhalefetin gücünü arttırdığı ve ekonomik göstergelerin hükümetin aleyhine seyrettiği bir süreçte DP liderleri akıntıya karşı kürek çektiklerini fark ettiler. Hükümet, ekonomik kalkınma programının sonuçlarını beklemeden 1958 yazında yapılması planlanmış olan seçimleri erkene, 27 Ekim 1957 tarihine çekmişti. 11 Eylül 1957’de kendisini dağıtma kararı alan TBMM giderayak Seçim Kanunu’nu değiştirmekten geri kalmamış muhalefetin seçimlere iktidara karşı ortak bir listeyle girmesini, birleşip yeni bir siyasi parti kurmasını engelleyen bir yasal düzenleme yapmıştı. Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklik nedeniyle de muhalefetin geçici koalisyonu dağılmış ve her parti seçime yalnız katılmak durumunda kalmıştı. Seçimlerin hemen öncesinde kırsal kesimin oylarını alabilmek amacıyla hükümet çiftçilerin Ziraat Bankası’na olan borçlarını on yıl süreyle erteleyen bir yasa da çıkarmıştı.[32]

Katılım oranının önceki yıllara göre daha düşük olduğu seçimler neticesinde[33] DP’nin oyu % 47’ye gerilemiş ancak mevcut seçim sistemi dolayısıyla 424 sandalye’ye sahip olmuştu. CHP: 178, CMP: 4 ve HP:4 milletvekili ile meclise girmişti. DP bu seçimlerde oy oranını olarak %50’nin altına inmişti. Bir başka deyimle azınlıktaydı. Seçmenlerin %50’sinden fazlası ona karşı oy kullanmıştı.[34] 1957 seçimleri sonrasında oyların artmasından güç alan CHP muhalefetini daha sertleştirmeye ve yoğunlaştırmaya başlamıştı.

1957 seçimlerinden sonra başlayan DP’nin son döneminde ekonomik sıkıntılar daha da artmış, Türkiye’nin dört bir yanında kuyruklara rastlanır olmuştu. Karaborsa da almış başını gidiyordu. Türkiye Köylü Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne,  Hürriyet Partisi ise CHP’ye katılarak iktidara karşı bir güç birliği oluşturmuştu. Muhalefet ile hükümetin arasındaki köprüler atılmıştı. 1959’da Türk Lirası’nın değerinin düşürülmüş, enflasyon yükselmeye başlamıştı. CHP’nin her fırsatta “Baskı rejimi” kurmakla suçladığı hükümeti erken seçime çağırırken DP ise muhalefeti darba çığırtkanlığı yapmakla itham ediyordu. DP CHP’nin yasa dışı yöntemlerle siyaset yaptığı ve bazı basın organları tarafından da desteklendiği savıyla on beş kişilik bir soruşturma kurulu oluşturulmasını kararlaştırmıştı. Kurulan Tahkikat Komisyonu siyasi faaliyetlerle beraber kendi çalışmalarıyla ilgili haber ve değerlendirmelere de yasak getirmişti.

Öğrenci olayları ülkedeki huzur ortamını yok ederken sıkıyönetimin ilan edilmiş ama yine de sular durulmamıştı. Ordu açıkça endişeli olduğunu dile getiriyor ve önlem alınmasını istiyor ama hükümet etkili bir önlem alamıyordu. Tüm bu gergin süreç ve DP’nin 10 yıllık tek başına iktidar dönemi 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile neticelenmişti. DP’nin ileri gelenlerinden 228 kişi hakkında ölüm cezası istenmiş ve nihayetinde yalnızca Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan hakkında verilen idam cezaları uygulanmıştı.[35]

 

Dipnotlar ve kaynakça

 

[1] Serdar Gülener, Türk Siyaseti’nde Merkez-Çevre İlişkilerinin Seyri ve 27 Mayıs 1960 Darbesi, Bilgi Dergisi (Sosyal Bilimler Dergisi) Cilt 9, Sayı 1, İstanbul 2007, s.37-38

2Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum Ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s.44-45

3 Hasan Bülent Kahraman, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi, (1) (Kavramlar, Kuramlar, Kurumlar) Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s.100-101

4 Şerif Mardin, a.g.e., s.61-62

5 Hasan Bülent Kahraman, a.g.e., s.172

6Mehmet Emin Kunt,  Aydınlıktan Karanlığa Türkiye Cumhuriyeti, Pupa Yayınları, İstanbul 2011, s.98

7 Kemal H. Karpat, a.g.e., s.94-95

8Hasan Pulur, Demokrasinin kabiliyetsiz aktörleri, Milliyet Gazetesi, 6 Aralık 2008, (Pulur, Milli Kalkınma Partisi’ne dair şunları yazmaktadır:” Bizim “çok partili” demokrasi oyunumuz 1946 seçimleriyle başlar. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1945’teki konuşması, ikinci, üçüncü, beşinci onuncu partilerin kurulmasına olanak verir. İlk kurulan parti, Nuri Demirağ’ın “Milli kalkınma Partisi”dir. Asıl muhalefet partisi, CHP’den ayrılan eski Başbakan Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’in kurduğu “Demokrat Parti”dir. Kuruluş tarihine göre birinci parti Milli Kalkınma Partisi, ikinci parti de Demokrat Parti’dir. Milli Kalkınma Partisi kısa zamanda “Kuzu Partisi”ne döner, çünkü Demirağ, pazar günleri korusunda kuzu çevirmekte, partililere kuzu ziyafeti vermektedir, kendisi demiryolu müteahhididir.)

9Emre Kongar, a.g.e. s. 145

10Sedef Bulut, 27 Mayıs 1960’tan Günümüze Paylaşılamayan Demokrat Parti Mirası, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2009, Sayı 19, s.74

11Emre Kongar, a.g.e, s. 145

12Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Kitaplar Yayınları, İstanbul 2007. s.21

13Şerif Demir, Düello (Menderes Ve İnönü, Demokrat Parti’den 27 Mayıs’a Olaylar) Timaş Yayınları, İstanbul, 2011, s.16

14Server Tanilli, Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz? Alkım Yayınları, İstanbul, 2007, s.56-57

15Şerif Mardin, a.g.e., s.62

16Şerif Mardin, a.g.e., s. 62

17DP kurulur kurulmaz önce yerel seçim tarihi sonra da genel seçimlerin tarihi öne alınmıştı. DP teşkilatlanmaya vakit bulamadan yenik düşsün diye yapıldığını iddiasıyla yerel seçime katılmama kararı aldı.

18Sedef Bulut, a.g.m., s.75

19Ensar Yılmaz, 1946 Seçimlerinde Öne Çıkan Bazı Hususlar, ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi,Cilt 1, Sayı 1, Ankara 2010, s.185 (İlk hesaplara göre; 395 Halk Partili, 66 Demokrat Partili ve 4 bağımsız milletvekilinin seçildiği sanıldı. Sonradan 2 yerden kazanan 2 DP’liden 2 yer boşanacak, Meclis’e katılmadan istifa eden 1 DP’linin yerine bir CHP’li Meclise girecek, 3 DP’li ile 1 CHP’linin tutanakları reddedilmekle bunların yerine 1 DP’li ile 3 CHP’li gelecek, bağımsızların kesin durumları da saptanınca 1946 Seçimi sonunda Meclis’te 403 CHP’li, 54 DP’li, 8 bağımsız milletvekilinin bulunduğu anlaşılacaktır)

20Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950’den Günümüze), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2008, s.13-14 (Buna 1946 seçimleri sırasında bulunduğum Ulukışla İlçesi’nde tanık oldum. Akşamüstü, saat dört sıralarında kaymakam seçmen listesinde yer almayan geçici görevli memurları ve ailelerini oy kullanmaya çağırmıştı. Sonuçta ilçe merkezinde CHP, o zamanki deyimiyle “kahir” bir çoğunlukla seçimi kazanmıştı.)

21Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye (2000’li Yıllarda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008,  s.147-148 (Tarihe “12 Temmuz Beyannamesi” adı ile geçen bildiri karşıt partiye gerekli güvenceleri sağlamayı amaçlıyordu. İnönü Cumhurbaşkanı olması dolayısıyla kendisini her iki partiye karşı da eşit sorumluluk taşıyan bir kişi olarak gördüğünü bildiriyordu. Bildiri aslında Türkiye’de demokrasinin gelişmesi bakımından bir dönüm noktasıydı. Çünkü İnönü doğrudan işe karışmasaydı, DP sona ermiş olacaktı.)

22Tevfik Çavdar, a.g.e., s.14

23Şerif Demir, a.g.e, s.19

24Tevfik Çavdar, a.g.e., s.15

25Tevfik Çavdar, a.g.e., s.20

26Sedef Bulut, a.g.m., s.76-77

27Şerif Demir, a.g.e.,s.21

28Kemal, H. Harpat, a.g.e. s.96

29Server Tanilli, a.g.e., s.60

30Esra Keloğlu-İşler, Demokrat Parti’nin Halkla İlişkileri Üzerine Bir İnceleme, İletişim, Kuram Ve Araştırma Dergisi, Sayı 24, 2007, s.117

31Sedef Bulut, a.g.m., s.78

32Kemal Karpat, Türk Siyasi Tarihi (Siyasal Sistemin Evrimi),Timaş Yayınları, İstanbul 2011, s. 98

33Kemal H. Karpat, a.g.e., s.120 (Toplam 12,1 milyon seçmenin yüzde yalnızca 77,15’ine tekabül eden 9,34 milyon kişi oy kullanmıştı. Bu katılım oranı 1954’teki %88.75’e ve 1950’deki %89,06’ya oranla sönük kalıyordu)

34Tevfik Çavdar, a.g.e., s. 70

35Sedef Bulut, a.g.m., s.78-79