Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.
(Ziya Gökalp)
Ezanın Türkçe veya Arapça okunması neden bu denli önemlidir ki hem Türkçeleştirilmesi hem de yeniden Arapça haline döndürülmesi bir devlet krizi haline dönüşmüştür?
Türkçeleştirilmesindeki gaye nedir ve 18 yıl Türkçe okunduktan sonra yeniden Arapçaya dönüşün sebepleri nelerdir?
Farklı görüşlerin temsilcileri bu konuda farklı görüşler beyan etmektedirler. Tezlerin ve antitezlerin iki hakim kanı üzerinde toplanması, keza yıllar içinde bu görüş sahiplerinin savunduklarından geri adım atmamaları ezanın dilinin aslında sadece bir detay ya da bir başka deyişle aysbergin suyun üzerinde kalan kısmı olduğunu göstermektedir.
Tartışılan sadece kullanılacak dil midir, yoksa dini, hayatı, değerleri ve hatta laikliği mi aslında tartışmaya açmaktadır ezanın dili?
Ve bugün bile bu polemiğin zaman zaman küllendiği gerçeği, ezanı paravan yapan, kökü eskilere dayanan, Cumhuriyet’ten de eski bir “ideoloji çatışmasının izdüşümü müdür?
Önce ezanın kelime anlamını netleştirmekte yarar vardır. Sözlük anlamıyla ezan söyle açıklanmaktadır: “İslamlıkta, namaz vaktini bildirmek üzere müezzinin yaptığı çağrı”[1]
Din Bilimci Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ezanın anlamını ve İslamiyet’teki yerini şöyle açıklamaktadır:”Sözlük anlamıyla “duyuru, çağrı” demek olan ezan Kuran’da sadece bu sözlük anlamıyla tek bir yerde Tevbe Suresi 3. Ayette geçmektedir. Bir terim olarak ezan, farz namazların vakitlerini haber veren ve metni Hazreti Peygamber tarafından belirlenen birkaç cümlelik bir duyurudur. Namazın farz oluşundan çok sonraki bir zamanda, Medine döneminde (Hicretin 1. yılının sonları veya 2. yılının başlarında okunmaya başlanmıştır.”[2]
Peki, günde beş defa işittiğimiz ezanda ne denmektedir?
Türkçeye şu şekilde çevrilmiştir Ezan:
Tanrı uludur;
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı'dan başka yoktur tapacak…
Şüphesiz bilirim, bildiririm
Tanrı'nın elçisidir Muhammed.
Haydin namaza, haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır…
Ezanda söylenenler kelimesine kelimesine bunlardır…
Tabii Arapça olduğundan çoğu kimse tarafından da anlaşılmamaktadır.
Kimilerine göre ezanın dili o kadar da önemli görülmemektedir. Örneğin gazeteci-yazar Engin Ardıç bunu şu duruma bir kitabında şöyle mizahi bir yaklaşımda bulunmuştur: “Ezan ille de Türkçe okunsun diye tutturan 1930 nostaljisi meraklılarından değiliz. Çünkü nece okunduğunun pratikte hiçbir anlamı yoktur. Her Müslüman ezanda ne denildiğini, kimin ne için neye çağrıldığını bilir. Yalan mı? O zaman da Arnavutça okusan ne değişir, Çince sela versen kim şaşırır da camiye koşacağına meyhaneye koşar sözgelimi”[3]
Ancak Cumhuriyet döneminin önde gelen fikir adamlarından Ziya Gökalp sadece ezanın değil tümüyle Kuran’ın Türkçeleştirilmesini her fırsatta savunmuştur: “Bir millet din kitaplarını okuyup anlamazsa tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiplerin, vaizlerin ne söylediğini anlamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk almaz. İmam’ı Azam hazretleri, hatta namazdaki surelerin bile milli lisanda okunmasının caiz olduğunu beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak dini heyecan ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır. Halkımızın dini hayatını tetkik edersek görürüz ki, ayinler arasında en ziyade vecid duyulanlar, namazlardan sonra ana diliyle yapılan deruni ve samimi münacatlardır. Müslümanların camiden çıkarken büyük bir vecd ve iç huzuruyla çıkmaları, işte her ferdin kendi vicdanı içinde yaptığı bu mahrem münacatların neticesidir. Bugün Türklerin ara sıra dini bir hayat yaşamasını temin eden amiller, dini ibadetlerin arasında, eskiden beri Türk diliyle yapılmasına müsaade olunan ayinlerin var olmasıdır. O halde, dini hayatımıza daha büyük bir vecid ve inşirah vermek için gerek –tilavetler müstesna olmak üzere-Kuran’ı Kerim’in ve gerek ibadet ve ayinlerden sonra okunan bütün dualarla münacatların ve hutbelerin Türkçe okunması lazım gelir.”[4]
Ezanın hangi dilde okunması gerektiği, başka bir deyişle Arapça dışında bir dilde (yani tercümesinin) okunup okunmayacağı da uzun uzun tartışılmıştır. Dinde Arapça ve Arap hegomanyasını hemen her alanda esas alan nakilci fıkhı temsil edenlere göre ezan sadece Arapça özgün şekliyle okunmalıdır. Hanefilerin büyük çoğunluğu ezanın başka bir dilde okunmasına onay verir. Şafiler ise bu onayı Arapça ezan okuyanın bulunmaması şartına bağlamıştır.[5]
Ezanın Türkçeleştirilmesine yönelik ilk girişimlerin aslında daha Osmanlılar döneminde, 1867’de, batılı düşünceye yüzünü dönen aydınlardan Ali Suavi ile başladığını söylemek mümkündür. 2, Abdülhamit tarafından Galatasaray Lisesi’nin müdürlüğüne getirilen Ali Suavi Ayasofya ve Beyazıt camilerinde bizzat halkı bilinçlendiren, Türk Dili’nin özgürlüğünü savunan konuşmalar yapardı. Hatta yayımlamakta olduğu "Ulum" gazetesinde("Lisan ve hat’tı Türki" adlı etüdünde) Arapça’yı eleştirmiş, Kur'an lehçesinin karışıklığını sorgulamıştı. Ali Suavi Türkçe namaz kılınabileceği fikrini de savunmuştu.
Kurtuluş Savaşı döneminde Türk Ulusu’nun vatanında özgürce yaşaması kadar özellikle Arap Kültürü’nün etkisinden sıyrılıp kendi öz kültürlerini yaşayabilmesi de önem taşıyordu. Kültürün özü dildi… Şu durumda öncelikle dilin,Türkç’nin Arapçanın manipülasyonundan, bağımsızlığından kurtulması gerekiyordu. Ki bu bağlamda Müslüman bir ulusun öncelikle tanrısına ulaşırken kendi dilini kullanması, ibadetini kendi dilinde yapabilmesi Atatürk için büyük önem taşıyordu. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılısında okunan duanın Türkçe okunması ulu önderin bu alanda ileride gerçekleştireceği devrimin ilk sinyaliydi. Atatürk, 3 Mart 1922’de Meclis’in açılış konuşmasında yaptığı konuşmasında cami kürsülerinde verilen vaazların, yapılan konuşmaların halkı aydınlatma ve bilinçlendirme açısından önemine değinirken bunların anlaşılır bir dille yapılmasının ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Yine 7 Şubat 1923’te Balıkesir’de Paşa Camisi’nde yaptığı bir diğer konuşma da Atatürk yine benzer bir söylemde bulunmuş ve hutbelerin anlaşılır bir dilde okunmasının öneminin altını çizmiştir.
1924’te “Tevhid’i Tedrisat Kanunu” ile eğitim birleştirilip din derslerinin okul müfredatlarından çıkarılması, keza 1928’de Dil Devrimi ile Latin harflerine geçiş ibadet dilinde de benzer bir uygulamanın gündeme geleceğinin habercileri mahiyetindeki uygulamalardı.
Ancak tüm bunlara rağmen 1926 yılının Nisan ayında camide Türkçe ezan okuyan bir müezzin çeşitli karşı koymalarla karşılaşmış ve Diyanet İşleri Reisliği tarafından geçici süreyle açığa alınmıştı.
“1931 yılı Ramazanını izleyen gecelerin birinde, Atatürk Dolmabahçe'de arasında hafızların da bulunduğu konuklarının yanında Hafız Saadettin Kaynak'a bir Türkçe hutbe okuttu. Aynı yıl, yine Dolmabahçe'de Türkiye'nin en tanınmış müezzinlerini bir araya toplayan Atatürk, Ezan ve Kur'an'ın Türkçeleştirilmesi isteğinde bulundu. İlk olarak, Tekbir'in Türkçeleştirilmesi ele alındı. Bunu kararlaştırmak için dokuz kişilik hafızlar meclisi kuruldu. Başkanı, Hasan Cemil Bey'di. Dolmabahçe'de bir araya gelen hafızlar, camilerde Türkçe ezan okuyacak kimselerin hem Arapça, hem Türkçe bilmeleri, hem de müzikten anlamaları gereğinde görüş birliğindeydiler. Toplanan hafızlardan Hafız Kemal, "Allahü Ekber"i "Allah Uludur" diye çevirmek istiyordu. Sultan Selim'li Hafız Rıza diye tanınan Ali Rıza Sağman ise "Tanrı Uludur" şeklini sundu. Rıza Bey anılarında, sonuç olarak Mustafa Kemal'in fikrini sormayı kararlaştırdıklarını yazmaktadır. Hatta, Atatürk'ün oturmakta olduğu üst kattaki salona, yüksek sesle Türkçe tekbir getirerek çıkmayı teklif ettiğini, bundan da Atatürk'ün son derece memnun kaldığını söyler. Ancak her iki şekli de birkaç kere dinleyen Atatürk, "Eskisi unutulsun" diyerek Rıza Bey'in "Tanrı Uludur" şeklini onaylamıştı; Tanrı Uludur… Tanrı Uludur… Tanrıdan başka Tanrı yoktur. Tanrıdan başka Tanrı yokur. Hamd' ona mahsustur’. Yine Rıza Bey'in hatıralarında, kendisinin dil bakımından "hamd' ve "mahsus" kelimeleri üzerinde durduğu yazılıdır. Atatürk ise "Şimdilik böyle kalsın. İstikbaldeki Türkler daha iyisini bulsun" diyerek sunulan şekli onadığını yazar. Atatürk, Kuran'ın tercümesinin de aslı gibi makamla okunmasını istiyordu. Çevirinin nesir olması ise bunu engellemekteydi. Kadir gecesi, Ayasofya'da Türkçe Hutbe okunduğunda Hafız Saadettin Kaynak kendi kısmına düşen "müzemmil" kısmını, hitabet şeklinde okudu. İlk olarak o gece radyo ile dünyaya duyurulan bu okumayı, Atatürk çok beğendi. Aynı gece Atatürk, Finlandiya Müslümanlarından teşekkür telgrafları aldı.”[6]
İlk Türkçe ezan 29 Ocak 1932’de Kuşadası’nda Hafız Sadık Bey tarafından okunmuştur. 3 Şubat 1932’de Ayasofya Camisi’nde binlerce kişinin katıldığı (ve radyo kanalıyla bütün Türkiye tarafından dinlenen) Kadir Gecesi kutlamasında ibadetin Türkçe yapılması bu bağlamda çok önemli bir adımdır.
1933 yılı Şubat ayında Atatürk bir yurt gezisine çıkmıştı. İzmir’de iken, Bursa'da Türkçe Kuran okunması yüzünden çıkan bu gericilik olayını duydu.
Olay şöyleydi: “Bursa'da Ulu Cami’de Türkçe okunan dua üzerine 30 kadar gerici, Evkaf Müdürlüğüne bir güruh halinde giderek Kuran’ın arapça okunmasını istemişti. Evkaf Müdürlüğü’nden sonra Valiliğe giden bu gericiler, polis tarafından dağıtıldı. Olayın bastırılmış olması, Atatürk'ü derhal Bursa'ya gitmekten alıkoymadı. 6 Şubat 1933 tarihinde Bursa'da incelemeler yapan Atatürk o gün Anadolu Ajansı’na olayın pek önemli olmayıp suçluların cezalandırılacağını söylemişti. Ayrıca asıl sorunun din değil, dil olduğunu, belirtmiş "Türk milletinin milli dili ve benliği bütün hayatına hakim esas kalacaktır" demişti. Bu bildiri ertesi gün Hakimiyet’i Milliye ve diğer gazetelerde de yer aldı.[7]
Bir başka kaynakta ise Bursa’da yaşanan olay şu şekilde aktarılmaktadır: “1 Şubat 1933'te Bursa'da Ulu Cami'de Topal Halil adında halktan birinin Arapça ezan okuması üzerine tutuklanmaya kalkınca halk durumu protesto etti. Bunun üzerine Atatürk bizzat duruma el koydu. Türkçe ezan meselesine karışan 19 kişi Çorum'da yargılandıktan sonra hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı.”[8]
Bursa hadisesinden bir ay sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı 6 Mart 1933’te üç ayrı "Türkçe" şekilde 'hazırlanan salat'ın Türkçe okunması için genelge yayınlamıştı: "Öz dilimizle her tarafta Türkçe ezan okunduğu bir zamanda minarelerde Arapça salat ve selam okumak ahenksiz düşeceği gibi hükümeti celilenin takip buyurduğu maksadı milliyeye de uygun gelmediğine binaen, İstanbul'daki erbabı ihtisasla bilmuhabere yukarıda yazılan 3 suret ile Türkçe tekbir gönderilmiştir. Her hangisi arzu olunursa icabında alakadarların ondan okumaları tamimen beyan olunur"[9]
Her ne kadar ibadetin dilinde Türkçeleştirilmeye gidilse de, bu doğrultuda Atatürk’ün öncülüğünde bir çok girişimde bulunulsa da bu uygulama kanunlaştırılmamıştır. Yasal düzenleme ise ancak Atatürk’ün vefatının ardından 2 Haziran 1941’de İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde gerçekleştirebilmiştir. Yapılan yasal düzenlemeyle Arapça ezan, kamet okuyanların üç aya kadar hafif hapis veya 10-200 lira arası hafif para cezası ile cezalandırılması yasalaşmış ve uygulamaya konmuştur.
Tarihçi Erhan Afyoncu o dönemde yaşananları kendi öznel yorumuyla şu şekilde aktarmaktadır:“Ezanın Türkçe okunması yönündeki denetimler sıkılaştırıldı. Bu dönemde ezanın Arapça okunması bir suç değildi. Ancak ezanın Türkçe okunması kararına uymayan görevliler, Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesine göre "yetkili mercilerin kamu düzenini sağlamaya yönelik emrine aykırılık" suçunu işlemiş sayılıp cezalandırıldılar. 1941'de 526. maddeye Arapça ezan okuyanların hapis ve para cezası alacağı hükmü eklendi. Arapça ezan okumak artık kanunlara girmiş bir suçtu. Bütün cezalara rağmen bu durumu kabullenmeyen din görevlileri pasif direnişe geçerek farklı yöntemler geliştirdiler. Türkçe ezanı çocuklara ve meczuplara okuttular. Ezanın Türkçesini yüksek sesle okuduktan sonra alçak sesle Arapça’sını da tekrar ettiler. İbadetin Türkçeleştirilmesi Cumhuriyet döneminde yapılan inkılaplar içerisinde halkın kabul etmediği ve tepki gösterdiği bir uygulama oldu. Bütün polisiye tedbirlere rağmen birçok yerde Arapça ezanlar okunmaya devam edildi. Halk Partisi hükümeti ise bu konuda taviz vermeden Arapça ezan okuyanlara hapis ve para cezaları verdirip, Arapça ezan okuyanların bir kısmını akıl hastanelerine göndertti.” [10]
Daha sonra, İkinci Dünya Savaş'ının bitimiyle başlayan "Soğuk Savaş" döneminde bütün Batı Dünyası'nı kapsayan "Anti-komünizm" mücadelesinde ön plana çıkarılan dinci yaklaşımlar, içerde de çok partili siyasetin iktidara getirdiği Demokrat Parti'nin Atatürk Devrimlerini sorgulayan tutumuyla bütünleşti ve ezan yeniden Arapça okunmaya başlandı. [11]
1950 seçimlerinde Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin hemen ardından ilk gündem maddesini Arapça ezan okuma yasağının kaldırılması oluşturdu. 31 Mayıs 1950'de Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, 2 Haziran 1950'de Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı, 14 Haziran 1950'de Başbakan Adnan Menderes Hükümeti’nce TBMM'ye bu konuda çeşitli kanun teklifleri sunuldu. Meclis'e sunulan tekliflerin gerekçesinde, ceza kanununa hüküm konulmasının din ve vicdan hürriyetine baskı sayıldığı belirtilmişti. Halk bu gelişmeler üzerine büyük bir heyecana kapılarak gelişmeleri takip etmeye başladı. Kahvelerde, çay bahçelerinde ezanın aslî dilinde okunması meselesi konuşuldu. Sonunda Türkçe ezan meselesi 16 Haziran 1950'de Meclis gündemine geldi. TBMM'de oturum başkanlığı yapan Hulusi Demirel, tasarının Meclis'te gündeme alınmasını da, ivedilikle görüşülmesini de ayrı ayrı oylattı. CHP'liler de tasarının gündeme alınmasını desteklediler. Tasarıyla ilgili konuşan CHP'liler, ezanın Türkçe okunmasının daha doğru olduğunu ancak bu meseleyi politik bir tartışma konusu yapmayacaklarını söylediler. Daha sonra söz alan Demokrat Parti’li ve bağımsız milletvekilleri hararetli konuşmalar yaptılar. Tasarının kabul edilmesine kimse karşı çıkmayınca kabul edileceği belli olmuştu. Ancak bu defa da ne zaman yürürlüğe gireceği tartışılmaya başlandı. Sonunda bir milletvekili "ceza hükmü kaldırıldığı için daha önce Arapça ezan okuyanların bile suçlu sayılmayacakları"nı ifade edince bu mesele de çözüldü.[12]
“14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes aynı ayın sonunda, 29 Mayıs’ta TBMM’de yaptığı bir konuşmada Atatürk Devrimleri’ni “Halk tarafından kabul edilenler ve kabul edilmeyenler” diye ikiye ayırmıştı. Bu tasnife göre halk tarafından kabul edilmediğine karar verilen –kim verecek ise- inkilaplar gericiliğin hınçlı tekmelerinin tahriplerine açık bırakılıyordu. Nitekim bu yolda ilk adımı Adnan Menderes’in kendisi atarak Atatürk’ün en büyük ümit ve emelini teşkil eden Türkçe ibadetin ve Türk İslamlığı’nın ilk evresi olan ezanı tekrar Arapça’ya çevirerek inkilaba ihanetin ilk adımını atmıştı. Bu işi yaparken verdiği nutukta” İbadet dilinde birliği sağlamak” sebebini ileri sürmüştü. Atatürk ise bu “birliği” Arapça’da değil Türkçe ibadette sağlamak düşünce ve kararında idi. Arapça ezanı irtica büyük bir coşkuyla karşılayıp alkışlamakta idi. Bir Demokrat Parti milletvekili (Diyarbakır Milletvekili Y. Kamil Aktuğ) “Demokrat Parti din koruyuculuğu vazifesini de üzerine almıştır. Bu borcun ilk taksidini Allahü Ekber’le ödemiştir. Allahü Ekber’e dayanarak ileriye yürüyeceğiz. Bu yolda ölmek var, dönmek yok. Allah’ın yaktığı bu meşale söndürülmeyecek, bilakis alevlenecektir.”diye konuşurken Adnan Menderes 1951 DP İzmir İl Kongresi’nde şunları söylemekteydi: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir”[13]
Tarihçi Cemal Kutay “Atatürk Olmasaydı” isimli eserinde konuya dair çok çarpıcı açıklamalarda bulunmaktadır:
“…Ve asıl bilinmesi gereken şudur ki Atatürk hutbeler ve ezanı Türkçeleştirirken esas metinlere asla ve zerrece dokunmadı. Ezanın Türkçe metni üzerinde kimlerden yardım rica etmiştir, daha doğru söyleyişle kimlerden yardım rica etmemiştir, sahifeler doldurulur…” [14]
“…Milli Mücadele Başvekili rahmetli Rauf Orbay siyasi sebeplerle memleketi terk etmiş, Hindistan’da iken ezanın Türkçe okunmasına başlanmıştı. Bundan yakınan Hind Müslümanlarından bir gruba şöyle söylemiştir:”Sizler, Allah’ın yalnızca Arapça anladığını sanmak gibi bir günaha giriyorsunuz…”[15]
“…Ezan aslına iade edildi hükmü yanlıştır. Hayır… Sadece Türkçe okunması zorunluluğu kaldırıldı, serbest bırakıldı. İsteyen Türkçe isteyen Arapça okuyabilirdi”[16]
Eski Rodos Müftüsü Mehmet Bastıyalı kitabında şöyle soruyor:
“Kuranda “Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, emrolunduklarını onlara apaçık anlatsın” (İbrahim Suresi ayet 4) Öyleyse neden Arapça dua ederiz? Arapça’yı kendi öz dilimizden daha iyi konuşuyor da, ifade etmekte Arapça daha kolayımıza geliyorsa çok doğru, Yok değilse, Allah (Haşa) Arap mı ki, başka lisan konuşmuyor?”[17]
Soner Yalçın “Bu dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” isimli kitabının önsözünde aynı hususa dikkat çekiyor:
”O gün babam için çok ilginç bir günmüş. Önce elli yılı aşkın bir süredir tüccarlık yapanlara ödül verilen bir toplantıda madalyasını almış. Ardından da öğle namazı için camiye gitmiş.Ve imamla tartışmış. Tartışma babamın şu sözüyle başlamış: ‘Hoca efendi, okuduklarınızın Türkçe mealini söyleseniz de tüm cemaat aydınlansa.’ Vay, sen misin camide “Türkçe” sözünü ağzına alan! Dinci imam küplere binmiş, babamı Müslümanların arasına fitne sokmakla ve neredeyse dinsizlikle itham etmiş. Üstelik cemaatten bazı dinciler de imama destek çıkmış. Hatta biri tutup “Bu halk partililer hep böyledir” demesin mi? Yaklaşık 70 yıldır camiye giden babam şaşkınlık içinde kalmış. İyi niyetle söylediği “Hoca efendi Türkçesini söylerseniz herkes anlar” demesinin bu kadar sert tepkiyle karşılanmasına anlam verememiş. Camiden hırsla çıkıp eve gelmiş ve bir daha camiye gitmeyeceğini söylemiş. İbadetin bu derece ifrata vardırılmasını anlayamamış. İşte dincilik budur, böyledir. Bunlar İslam’ı, Kuran’ı herkes anlasın istemiyor.” [18]
“Ezan şu tarihte Türkçeleştirildi, şu tarihte yeniden Arapça okunmaya başlandı” deyip geçmek belki bir bilimsel objektifliğin sınırları arasındadır. Ama olayın sosyal boyutları irdelendiğinde bunun sadece ezanın dili üzerinde değil rejimin niteliği, Cumhuriyetin referansı üzerinde yıllardır süregelen tartışmaların bir dışavurumu olduğu görülecektir. Ve rejime yönelik diğer tüm polemikler gibi bu konu da daha uzun yıllar kamuoyunun gündeminden düşmeyecektir.
22 Temmuz 2010 günü Sabah Gazetesi’nde “Türkçe Ezan” başlıklı bir yazı kaleme alan Emre Aköz şunları söylemektedir.” Balyoz İddianamesi mahkeme tarafından kabul edildi. Her darbenin nihai aşaması siyasi ve toplumsal düzeni değiştirmektir. İddianameye bakılırsa, Balyozcular darbeden sonra ezanı Türkçe okutturacaklarmış. Türkçe ezan, yakın tarihin sıkça tartışılan konularından biridir: 1932-1950 arasında, emir ve komuta zinciri dahilinde ezan Türkçe okunmuş, uymayanlar jandarmadan sopa yemiş ve hapse atılmıştır. Hatırlar mısınız? 'Balyoz'u ilk duyduğumda, cami bombalayarak kaos yaratmaya hazırlananlar için, "Ben bunların dinsiz olduğunu sanmıyorum" demiştim. Diyorum size: Var, bunların bir inancı var ama belli ki çoğunluğunkinden farklı...”[19]
Görüldüğü gibi, “Ezanın Türkçeleşmesi” ve ardından yeniden “Arapça okunması” hususu aslında gündemden hiç düşmemiştir…
Bugün bile çeşitli vesilelerle bu tartışma gündeme taşınmaktadır..
Ve daha uzun yıllar süreceğe benzer...
Zira esas tartışılan ezanın ve/veya Kuran’ın dili değildir…
Bu polemik, buzulun sadece suyun üzerinde kalan kısmıdır…
Dipnotlar ve kaynakça
1)Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 6. Baskı, Ankara 1974, s.285
2)Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı (‘Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bi’datlar), Yeni Boyut Yayınları, 3, Baskı, İstanbul 2000, s.217
3)Engin Ardıç, Turkobarok (Değinmeler), Cep Kitapları, İstanbul 1991, 2. Baskı, s.30
4)Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Türk Kültür Yayını, İstanbul, 5. Baskı, s. 160-161
5)Öztürk, a.g.e. , s.217
6)Dr, Seçil Akgün, Türkçe’de Ezan, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Ve Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü, Tarih Araştırmaları Dergisi, 1963, Cilt XIII, Sayı 24, s.109-110
7)Akgün, a.g.m, s.112
8)Erhan Afyoncu, Bugün Gazetesi, 20 Haziran 2010
9)Akgün, a.g.m, s.112-113
10)Afyoncu, a.g.m
11)Prof. Dr. Emre Kongar, kişisel internet sayfasından
12)Afyoncu, a.g.m
13)Necip Mirkelamoğlu, (Atatürkçü Düşünce Ve Uygulamada) Din Ve Laiklik, Çev Yayınları, 1, Baskı, Eylül 2000, s.512-513(Menderes, Parti Grubu’nda yaptığı bir konuşmada milletvekillerine “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz ” diyerek laik Cumhuriyetin ta kalbine el ve dil uzatmaktan geri kalmamıştı. s.514)
14)Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı, Kazancı Kitap Ticaret, İstanbul 1994, s.88
15)Kutay, a.g.e, s. 90
16)Kutay, a.g.e, s. 90
17)Mehmet Bastıyalı, Varoluşun Hakikatları. İzmir 1996, s.47
18)Soner Yalçın, Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor, Doğan Kitap, 1. Baskı, İstanbul, 2009, s.7-8
19)Emre Aköz, Sabah Gazetesi, 22 Temmuz 2010