İnsan topluluklarının bir yerden bir başka bir yere gitmeleri, büyük ölçekte bir nüfus hareketliliği olarak da kabul edilebilecek “göç” olgusunun tarihi insanlık kadar eskidir. Bu bağlamda göç, antropolojiden, sosyolojiye, siyaset bilimine kadar birçok bilimle yakından ilgili bir sosyal olgudur.
Bu düşünceden hareketle göçün tanımını şöyle yapabiliriz :“Sosyal, politik, dinsel ve ekonomik nedenlerle bulunulan bölgenin yaşanabilirliğini yitirmesi ile bireylerin bir yerden başka bir yere kendi istekleriyle veya başka güçlerin etkisiyle hayatlarının gelecek kısmının tümünü veya bir kısmını geçirmek üzere yaptıkları bir yer değiştirme hareketidir.”[1] Göç, kültürü her yönden değiştiren, değişime zorlayan güçlü etkilerden biridir. “Göçle birlikte göçü yaşayan gruplar kadar, göçün içine dahil olduğu kültürler de yoğun bir değişim yaşarlar.[2]”
Göç, Türk Kültürü’nün oluşmasında çok önemli rol oynamış bir sosyal etkendir. Türklerin göçebe bir kültürle yoğrulması, yüzyıllar öncesinde sürekli bir yerden bir başka yere göç etmek durumunda kalması, fetihler gibi unsurlar kendi kültürlerini yayılması kadar farklı kültürlerle de etkileşim içine girerek yeni sentezlerin de ortaya çıkmasına ortam hazırlamıştır. Uzun yıllar çok farklı toplumlar iç içe ve çok farklı coğrafyalarda yaşamış olmaları Türklerin kültürel gökkuşağının da birçok rengi bünyesinde barındırmasını sağlamıştır.
Yemek kültürü de bir ülkenin genel kültürünün bir alt kümesidir. Hatta öyle ki, en eski uygarlıklardan bu yana insanın birincil ihtiyacının yemek ve/veya hayatta kalabilmek için karnını doyurmak olduğu düşünülürse; yemek kültürü belki de tüm kültürü oluşturan öncelikle unsurlardan biridir… İlk başlarda salt karın doyurma ihtiyacıyla kendisini gösteren yemek kültürü; yıllar içinde, sanayi, tarım ve gündelik hayattaki gelişmelerle paralel olarak değişime uğramış, toplumların yaşama biçimlerini karakterize eden sosyal gösterge halini almıştır.
Hal böyleyken, toplumsal hayatın her alanını etkileyen göç olgusu Türk mutfak kültürünün de gelişmesine ve zenginleşmesine olanak sağlamıştır. 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması bağlamında Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan mübadele de göçün kültür etkileşimi üzerindeki etkisini gösterme açısından çok etkili olmuştur. Yunanistan’dan ve adalardan gelen göçmenler beraberinde kendi kültürlerini de Anadolu’ya taşımışlardır. Bu bağlamda, Girit’ten gelerek İzmir’e ve hinterlandına yerleştirilen mübadillerin özellikle yemek kültürü üzerinde azımsanamayacak kadar büyük etkileri olmuştur. 1897 yılındaki katliamlardan kaçan Giritliler ve mübadeleyle Girit’i terk edenler Türkiye’de Girit Kültürü’nü yaşamaya ve yaşatmaya devam ederken Anadolu insanının özellikle yemek kültüründe de önemli değişikliklerin yaşanmasında etkili olmuşlardır.
Girit Kültürü’nün bu denli çabuk yayılmasında ve kendisini kabul ettirmesinde Ege insanı ile aynı coğrafyanın, iklimin, bitki örtüsünün paylaşılmasının etkisi büyüktür. Ancak Girit’in kültürel zenginliği ve Giritlilerin geleneklerine bağlılıkları da bunda etkili olmuştur. Giritlilerin kendilerini tanımlarken öncelikle “Giritli” kimliğini referans almaları bu tezin bir destekçisidir. Giritlileri kimliklerini “Giritli” olarak benimsemiş ne Türk ya da Yunan üst kimliklerinden önce Girit’e aidiyetlerini ön plana çıkarmışlardır.[3] Giritlilerin bu aidiyet duygusuyla göç ettiklerinde sürekli dayanışma içinde olmaları ve birbirlerini desteklemeleri
kültürlerini muhafaza etmelerine de yardımcı olmuştur.
Girit Adası coğrafi konumu nedeniyle birçok avantaja sahip bir adadır. Anadolu’dan, Yunan Yarımadası’ndan, Nil’den kolaylıkla ulaşılabilmesi adanın cazibesinin tarih boyunca hep yüksek olmasını sağlamıştır. Girit uygarlığı, Bronz Çağı döneminde Avrupa Kültürlerinin en ileri seviyesini temsil etmiş ve tüm Ege’ye damgasını vurmuştur.[4] Verimli toprakları ve ovaları yüzyıllarca tarımın gelişmesine ortam hazırlarken bakır ve diğer madenleri tarımsal endüstrinin geliştirilmesine çok uygundur. Girit Adası’nın doğal limanları hem balıkçılar için hem de Girit ürünlerini diğer kentlere, ülkelere taşıyan gemiler için büyük bir kolaylık sağlamıştır.[5] Girit aynı zamanda birçok uygarlığa da ev sahipliği yapmıştır tarih boyunca. Ada, Romalıların, Arapların, Bizans’tan Vedenik’e, Osmanlılara kadar birçok farklı idarenin yönetimine girmiş ve çok farklı kültürlerden gelen halkların yaşadığı bir yer olmuştur.
Girit’in kültürel yelpazesindeki bu çok renklilik yemek alışkanlıklarının da üzerinde çok etkili olmuştur. Her toplum adada daha önce yaşamış toplumların bıraktıkları kültür mirasından etkilenmiştir. Araplardan Venediklilere, Rumlardan Musevilere kadar birçok farklı toplum Girit’te yaşamış ve bu süre içinde kendi kültürlerini de yaşatmış, yemek kültürlerini Girit’teki malzemelerle yeniden düzenlemişlerdir. Giritliler zaman içinde bunları kendi kültürleriyle harmanlamış yer yer değiştirmiş, yer yer zenginleştirmiş ve adaya özgü bir “yemek kültürü” ortaya çıkmıştır.
Girit’in özellikle yeme içme alışkanlıklarındaki çeşitliliği ve zenginliği kültürünün de taşınmasında ve kabullenilmesinde önemli bir faktör olarak kendisini göstermiştir. Girit’in yemek kültürünün bu kadar çabuk kabullenilmesinde göç eden Giritli kadınların da etkisi büyüktür. Göç edenlerin göç etme sebepleri, göç sürecindeki rolleri, göçün yarattığı etkiler göç edenlerin göç olgusuyla etkileşim anındaki tepkeleri incelendiğinde kadınlar ve erkeklerin arasında farklılıklar olduğu gözlenmiştir. Toplumların gelenek ve göreneklerinin farklı yönlendirmeleri neticesinde kadın ve erkeğin üstlendiği sosyal roller değiştiği gibi göç olgusuna etkileri de bu bağlamda farklılaşmaktadır.[6] “Çoğunlukla ailede ilk göç eden, evin reisi olarak algılanan erkek olduğu için, göç ile ilgili değerlendirmelerde kadın “geride bırakılan ya da göç eden erkeğe sonradan katılan, erkeğe bağımlı ve pasif” bireyler olarak değerlendirilmiştir. Ancak Girit özelinde bu süreç, göçün zorunlu olması dolayısıyla farklı işlemiştir. Kadınlar, kocaları ve diğer aile bireyleri ile beraber göçe katılmış, hatta aynı aileler farklı coğrafyalara bile dağılabilmiştir.[7] Giritli kadınların da erkeklerle birlikte göç etmesi, yemek kültürünün de naklini eşzamanlı kılmıştır.
Girit mutfağı diğer Anadolu mutfaklarıyla karşılaştırıldığında yabani otların pişirilmesi suretiyle yapılan yemeklerin ağırlık taşıdığı hemen göze çarpar. Dağlık geniş alanlara sahip olan Girit zeytincilik, tarım gibi temel üretimlerin dışında bu dağlık alanlarda yetişen yabani otları da kendi beslenme kültürüne dahil etmiştir. Deniz ürünleri ve özellikle küçükbaş hayvanlar da Girit Mutfağı’nın popüler ürünleri arasında sıralanabilir.
Ama Girit yemek kültürünü sembolize eden en temel yiyecek otlardır. Özellikle ebegümeci, cibez, stifno, turp otu, gelincik, labada, kuşotu, sinir otu, helvacık, kuşkonmaz, arapsaçı, tarla çakısı, marata gibi otlar Girit sofralarında önemli bir yer tutar. Giritlilerin ota ilgileri fıkralara bile konu olmuştur.[8] Giritliler ise zaman zaman kendilerine ot tutkularından ötürü takılanlara karşı “İstanbullular her gördükleri çaya dere, her gördükleri ota tere derler” şeklinde mizahi bir savunma bile geliştirmişlerdir. Giritlerin sofralarında hemen hemen her gün otla yapılmış bir yemek bulabilmek mümkündür. Her mevsim hangi otların zamanı olduğunu çok iyi bilen Giritliler kimileri çiğ, kimilerine etle ya da sade ama mutlaka zeytinyağıyla pişirerek ya da böreklerine katarak tüketmektedirler. Giritlilerden Anadolu’da bir iki istisna ile yabancı ot tüketimi sadece Anadolu’nun kırsalında mevcuttu. Mübadeleden önce Türkiye’ye gelen birinci kuşak Giritlilerin doğadan topladıkları bu otlar ile tanışan Egeli hem lezzetini deneyip sevdikten sonra, hem de sonuç olarak bedava bir bitki olduğundan yabani otlara ilgi duymaya başlamıştır. Örneğin mezar otu olarak adlandırılan radika, eşek helvası (sütlü ot, çoban kavalı) finokyo (rezenemsi bir ot) gibi yabancı otlar Giritlilerin gelişinden önce ya çok az tanınıyor ya da hiç bilinmiyordu.[9] Bununla birlikte Giritliler kendi geldikleri topraklarda pek fazla bilinmeyen ısırgan otunu Anadolu’da tanımış ve kendi mutfak kültürlerine dahil etmişlerdir.[10]Giritlilerle birlikte enginar da İzmir’de popülaritesini arttıran sebzelerden biri olmuştu. O yıllarda enginar sadece İstanbul’da bilinen bir yemekti ve çok pahalıydı; hatta fiyatı ıstakozun fiyatından bile yüksekti. Bizzat Giritlilerin enginar üretimine geçmesi İzmirlilerin bu yemekle tanışmasına ve benimsemesine ortam hazırlamıştı.[11]
Mübadele sonrasında İzmir ve hinterlandında yabani ot tüketimindeki artış Girit mübadillerinin kültürlerini ne denli etkili bir biçimde benimsettiğinin en somut delilidir. Son yıllarda tıp dünyasında Girit yemeklerinin insan sağlığına dost olduğunun sıkça dillendirilmesi neticesinde İzmir’de birçok Girit Lokantası açılsa da gerçek Girit mutfağının hakim olduğu restoran sayısının çok fazla olmadığı belirtilmektedir.[12] Girit yemeklerinin bu kadar çok benimsenmesinde bir diğer unsur da İzmir’de çok yoğun bir Giritli nüfusunun yaşamasıdır. Hatta İzmir’in nüfusunun neredeyse yüzde onluk bir bölümünün Girit kökenli ailelerden oluştuğu öngörülmektedir. [13] Girit kültürü nesilden nesile aktarılmış ve bugünlere kadar gelmiştir. Ancak gelecek jenerasyonun özellikle fast food denilen pizza, hamburger kültürün etkisinde büyümüş bir nesil olduğu gerçeğinden hareketle Girit Mutfağı’nın yarınlarına yönelik Giritlilerin kaygıları olduğu da sabittir.[14]
Mübadele sonrası İzmir ve hinterlandına yerleşen Giritlilerin en büyük şansı Girit ile çok benzer bir bitki örtüsüyle karşılaşmalarıydı. Böylelikle Girit yemeklerini pişirmek için ihtiyaç duydukları her türlü ota ulaşabiliyorlardı. Girit Kültürünün İzmir’de çok çabuk yayılmasında iklim ve bitki örtüsü benzerliğinin de rolü büyüktü. Ama İstanbul’a ya da kuzeyde başka illere yerleşmek durumunda kalanlar için durum farklıydı zira iklimsel farklılıklardan ötürü her aradıkları otları bulamıyorlar, bu da bazı yemeklerin unutulmasına neden oluyordu…
Girit mutfağında otun yeri kadar otun pişiriliş tarzı da önem taşır. Özellikle otların haşlandıktan sonra yeşil kalması çok önemlidir. Giritlerin ot pişirirken uyguladıkları yöntem suyun iyice kaynamasını bekleyip kaynar suya atılan soğuk otun suyun sıcaklığını etkilememesi için tencerenin kapağının kapatılmasıdır. Su yeniden fokurdamaya başlayınca kapak açıldığında otlar haşlandıktan sonra da yeşil görünümlerini korurlar.[15] Girit mutfağında ot yemeklerine salça konmaz, domates de konmaz. Yemekler de salatalar da sade bir anlayışla hazırlanır. Giritlerin otun hazırlanış biçiminden ötürü çok sağlıklı bir toplum portresi çizmektedir. [16]Haşladıkları otun üzerine sıkılan limonun pişirilmemiş zeytinyağı ile tüketildiği Girit kültüründe özelikle kalp, kolesterol gibi sorunlara daha az rastlanması tesadüf değildir. Yaşam süresinin uzunluğu da direkt beslenme kültürüyle bağlantılıdır.[17] Giritlilerin beslenme alışkanlıklarının temel taşı olan otların besin değeri çok yüksektir. Su oranı yüksektir. Karbonhidrat yönünden zengin olmamaları ve çok az yağ içermelerinin yanı sıra A ve C vitaminleri açısından da çok zengindir.[18] Girit mutfağının insan sağlığı ile bu kadar barışık olması özellikle günümüzde Girit yemeklerine gösterilen teveccühün de artmasına neden olmaktadır.[19]
Giritliler İzmir’e gelince etsiz yemeklere ağırlık vermiş ve bu uygulama İzmir ve çevresinde de ilgi görmüştür. Büyükbaş hayvan etinden uzak duran Girit mutfağında kuzu eti ve oğlak daha ön plandadır.
Girit mutfağının en tipik ve önemli ot yemeklerinden biri de çipohortadır. Mevsimine göre bulunabilen yabani otların bazı eklemelerle bir arada pişirildiği çipohorta ya da kipohorta (kipos: bahçe, horta: yenilen yabani ot) zeytinyağlı karışık bir ot yemeğidir. Köylülerin yine mevsimine göre sattığı karışık otlar ayrıca kavrularak da tüketilebilirler. Çipohortayı yapmak için, pazarda köylülerce hazırlanmış karışık otlardan alıp, içine arzuya göre eklemeler yapmak mümkündür. Örneğin, Hanya usulü çipohortanın malzemeleri: arapsaçı, ebegümeci, yabani semizotu, dolmasıyla meşhur kabak çiçeği, dağ pırasası (yabani pırasa), gelincik, ıspanak (kökleri kırmızı ve küçük olan dağ ıspanağı), vlita (tilkikuyruğu), maydanoz, dereotu, Girit kabağı, taze soğan, domates ve 1-2 adet orta boy patatesten oluşmaktadır.[20]
Birinci ve ikinci kuşak Giritlilerin yemek pişirme kültürüne olduğu kadar yemek yeme kültürüne de etkileri olmuştur. Girit’te evlerinin altında kilerleri bulunan ve kışlıklarını sonbaharda alıp kilerlerinde muhafaza eden Giritliler o yıllarda buzdolabı olmadığından pişmiş yiyeceklerini tel dolaplarda saklamaktaydı. Dolabın kapağındaki tel yemeğin hava almasını ve bozulmaması sağlıyordu. Girit’ten gelenler aynı uygulamayı İzmir’de de sürdürmüşler ve bu birçok İzmirliye model olmuş ve tel dolap uygulaması İzmir’de de yaygın kullanılan bir sistem olmuştur.[21]
Mübadele öncesi Girit ve İzmir karşılaştırıldığında toplumsal yaşamda önemli farklılıklar da dikkat çekmektedir. Örneğin Girit’te yemekler masada ve porselen tabaklarda yenirdi. Çay da porselen fincanlarda içilirdi.[22]Anadolu’da ve İzmir’in kırsalında ise hala yer sofralarında tahta kaşıkla yemek yeme geleneği sürmekteydi. Girit mübadillerinin gelişiyle birlikte yemek yeme biçiminde de farklılıklar oluştu. İzmir’in yabancı nüfusu (Levantenler, Museviler gibi gayri Müslimler) arasında uygulanan masada ve çatal bıçakla yemek yeme kültürü Giritlilerin göç etmesinden sonra yaygınlaşmaya başlamıştır.[23]
Girit mutfağında reçelin de özel bir yeri bulunmaktadır. Özellikle doğal yollarla evde yapılan reçellerin Girit Mutfak Kültürü’nde özel bir yeri vardır. Susamlı incir, kireçte yıkanmış Kayısı gibi Girit’e özel tatlar Giritlilerin vazgeçemediği tatlılar arasındadır. Reçel kültürü Girit’te öyle gelişmiştir ki, eve bir misafir geldiğinde çay kahve ikram eder gibi konuklara özel küçük tabaklarda reçel ve yanında su vermek Giritlilerin misafirperverliğinde önemli bir yere sahiptir.[24] Bugün Yunan Adalarına gidenlerin dönüşte yanlarında getirdikleri reçel kavanozlarının üzerinde bulunan su bardağı ve kaşık resimleri işte bu kültürün bir göstergesidir.[25] Reçelin bu kadar ilgi gördüğü Girit mutfağında “şurup” da çok yapılan ve sıkça tüketilen bir içecektir. Özellikle reçeli sıkça yapılan vişnenin şurubu da çok sevilir. Gelincik şerbeti de bu bağlamda popüler bir Girit içeceğidir.
Reçel kadar kurabiyenin de Girit yemek kültüründe üstlendiği bir anlam vardır. Girit geleneklerini göre evlilik hazırlıkları sırasında gelin evi damat evine kurabiye gönderir. Bu kurabiye genellikle bademli ve tereyağlı un kurabiyesidir. Bir anlamda kurulacak olan yeni yuvaya hep ağız tadının hakim olması mesajını taşımaktadır damat evine gönderilen bu kurabiyeler. Giritliler bayram ziyaretlerine de giderken arife gününden kendi evlerinde yaptıkları kurabiyelerden götürürler.[26]
Girit mutfak kültüründe çok sevilmesine ve tüketilmesine rağmen belki de İzmir yemek kültürüne kazandıramadığı tek yiyecek salyangozdur. Giritliler salyangoz yemeğini çok severler. Bugün, Yunan adalarında torba içinde “Düğmeli salyangoz”[27] satışı yapılmaktadır. Giritliler salyangozları birkaç defa tuzlu suda yıkayarak yeşil sıvının iyice akmasını sağlarlar. Yıkama suyu beyaza döndüğünde salyangozlar da pişirilmeye hazırdır. Kabuklarıyla birlikte haşlanan salyangozların çubuk marifetiyle içindeki etin çıkarılması suretiyle pişip pişmediği kontrol edilir. Yanında birçok ot da pişirilir. Kanı akmayan canlıların yenmediği Türk mutfak kültüründe salyangoz yemeğine fazla rağbet gösterilmemiştir. Oysa ki Giritlilere göre salyangoz, sadece ot yemesinden ötürü tavuktan çok daha temiz bir canlıdır.[28]
Sonuç olarak mübadeleyle birlikte İzmir’e ve civarında yerleşen Giritliler, kendi aralarındaki güçlü dayanışmanın da etkisiyle kültürlerine korumayı başarmış ve benimsetmişlerdir. Özellikle mutfak kültürü ile İzmir ve çevresini etkilemeyi başaran Giritlilerin birçok yemeği İzmir mutfağına da dahil olmuş ve beğeni görmüştür. Ot ve zeytinyağı gibi sağlıklı besinlerin hakim olduğu Girit mutfağı günümüz insanın yaşadığı sağlık sorunları neticesinde daha da popülerleşmekte ve bunun soncunda da İzmir’in birçok yerinde Girit yemeklerinin servis edildiği restoranlar açılmaktadır.
Dipnotlar ve kaynakça
[1] Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Bilim Sanat Yayınları, İstanbul 1999, s.685
2 Kemal Arı, 1. Türk Mutfak Kültürü Sempozyumu, (Osmanlı Mutfak Kültürü), Kitabı, Bilecik Şeyh Adebali Üniversitesi Yayınları, Bilecik 2012, s.21
3 Hasan Utku, (Giritliler Kültür Ve Dayanışma Derneği Kurucusu) ile yapılan görüşme. (Uğur Oral arşivi)
4George Frankl, Batı Uygarlığı (Ütopya Ve Trajedi), Açılım Kitap, İstanbul 2003, s. 43s.
5 Frankl, a.g.e., s.41
6Arzu Öztok Akay, Girit Kökenli Kadınlar Üzerine Sosyal Antropolojik Bir Araştırma (Bursa-Trilye Örneği), Yüksek Lisans Tezi, TC. AÜ SBE Sosyal Antropoloje ABM, Ankara, 2012, s.21
7Akay, a.g.m., s. 22-23
8 Ömer Beydeş (Giritli Gurme) ile yapılan görüşme (Uğur Oral Arşivi: (Çiftçinin oğlu heyecanla bağırmaktadır:”Baba bizim tarlaya bir keçi ile bir Giritli girdi. Ne yapayım?”Babası “Giritli’yi kov keçiyi bırak” der. Sorar oğlu “Neden baba?” “Evladım” der babası: “Keçi birkaç yaprak yer gider, Giritli ise tüm otları toplar köküyle birlikte alır gider”)
9 Ömer Beydeş ile yapılan görüşme…
10Aybela Yentürk, Girit Toprağını Hatırlatan Ot Yemekleri, İzmirli Olmak Sempozyum Bildirileri, (22-24 Ekim 2009) İzmir BŞB Yayınları, İzmir 2010, s. 485
11Hasan Utku ile yapılan görüşme
12Hasan Utku ile yapılan görüşme.
13 Hasan Utku ile görüşme...
14Ömer Beydeş ile görüşme notları
15Ömer Beydeş ile görüşme notları….
16Bu konuda da anlatılan bir fıkra şu şekildedir: ”II. Abdülhamid İstanbul’dan bir doktoru Girit’te görevlendirmiş. Doktor göreve başlamış ama günler, haftalar geçmiş, doktora hiç hasta gelmemiş. Merak etmiş, araştırmaya başlamış. Bakmış insanlar ot toplayıp bunların yemeğini yapıp yiyorlarmış. “Bunun için buradakiler hiç hasta olmaz ve doktora gitmezler” demiş. Padişaha telgraf çekerek;- “Padişahım, burada herkes kendinin doktoru; beni buradan alın” demiş.
17Vasfiye Beydeş ile yapılan görüşme notları, (Uğur Oral Arşivi) (84 yaşında bir Giritli olan Vasfiye Beydeş babasının 84, babasının halasının 114, kayınvalidesinin ise 94 yaşında vefat ettiğini belirtirken bunda Girit Mutfağı’na hakim olan sağlıklı beslenme tarzının önemli bir rolü olduğuna işaret etmektedir.)
18 A. Nedim Atilla, Tarihten Günümüze İzmir Mutfağı, İzmir BŞB Kültür Yayını, Kent Kitaplığı Dizisi (12), İzmir 2001, s. 83
19 Bu konuda da şöyle bir efsane anlatılmaktadır Giritliler arasında: “Eski zamanlarda krallardan birinin çocukları zayıf ve çelimsizmiş . Kralın sarayında kuş sütüne kadar her şey varmış ve her yemek pişiyormuş. Fakat çocuklar bir türlü gelişemiyorlarmış. Günün birinde kral köyleri dolaşmaya çıkmış. Gittiği bir köyde köylü bir kadının çocuklarının ne yediklerini sormuş. Köylü kadın çocuklarının ot yemekleri yediklerini söylemiş. Bunun üzerine kral köylü kadına bir teklifte bulunmuş.“Sen bana pişirdiğin yemekleri getir. Ben de sana sarayımda pişen yemeklerden göndereyim” demiş.Kadın kralın teklifini kabul edince 40 gün süreyle kralın sarayına toprak kapta yemek taşımış. Zeytinyağı ile pişen ot yemeklerini yiyen kralın çocukları gün be gün gelişip gürbüzleşmişler. Saray yemeklerini yiyen köylü kadının çocukları zayıflayarak çelimsiz düşmüşler. Kırkıncı günün sonunda da zeytinyağı ve ot yemeklerinin enerjisi ile toprak tencere de çatlayarak kırılmış.”
20Yentürk, a.g.e., s. 488
21 Hasan Utku ile yapılan görüşme
22 Vasfiye Beydeş ile yapılan görüşme
23 Hasan Utku ile yapılan görüşme
24Vasfiye Beydeş ile yapılan görüşme
25 Atilla, a.g.e. s. 93
26 Vasfiye Beydeş ile yapılan görüşme.
27 Ömer Beydeş ile görüşme :”Salyangoz yazın bir ağaca yapışarak aylarca kalır ve yağmurların gelmesini bekler. Ağaçla temas ettiği nokta zaman içinde kurur ve sertleşir. Halk arasında bu “düğme” olarak adlandırılır ve eti daha bol olduğundan düğmeli salyangoz yemeklerde daha çok tercih edilir”
28 Vasfiye Beydeş ile yapılan görüşme.