Hristiyanlık Dini’nde fikirsel ayrılıkların, ihtilafların sadece Ortaçağ’da, reform sürecinde yaşananlarla ile sınırlandırılması, özdeşleştirilmesi, eksik ve doğruyu tam anlamıyla yansıtmayan bir tutumdur. Evet, Ortaçağ, Hristiyanlık’ta din savaşlarının, bölünmelerin, cepheleşmelerin doruğa çıktığı bir dönemin adıdır ama bu dinin kendi iç hesaplaşmaları daha da öncelere dayanmaktadır. Sağlıklı bir analiz yapabilmek adına hristiyanlığın nasıl kurulduğunu ve hangi evrelerden geçtiğini irdelemekte yarar vardır.
Hz. İsa’nın dünyaya geldiği Kudüs yakınlarındaki Betlehen kasabası, Roma İmparatorluğu’nun yönetimindeydi. Yöre popülasyonun büyük bölümü Yahudi’ydi. İsa peygamberliğini ilan ettiğinde, bu durum Yahudiler tarafından tanınmamıştı. Romalılar da İsa’nın Yahudileri ayaklandırmasından endişe ediyorlar ve Hristiyanlığa karşı çıkıyorlardı. Yahudilerin yargıladığı İsa, Romalı bir valinin onayıyla çarmıha gerilerek öldürüldü.
Hristiyanlık, kuruluşunu takip eden ilk yüzyıllarını Roma’nın baskıcı tutumları altında yaşamak zorunda kalmıştı. Roma İmparatorluğu döneminde, Hristiyanlara büyük zulümler yapılmış; ancak, sonradan, 313 yılında, İmparator Konstantin zamanında Milan Fermanı’nının yayınlanması ile geniş bir din ve vicdan hürriyeti sunulmuştur. Daha önce bir pagan olan Konstantin, İsa’ya inananlara katıldıktan sonra Hristiyanlığı resmi din haline getirmiş ve Paganlara baskı yapmaya başlamıştır .[1]
Örgütsüz bir topluluk olan ilk Hristiyanlara hizmet etmek amacıyla görevlendirilen rahip ve rahibeler görevlerini zaman içinde yaşlılara, papazlara devretmişlerdi. Hristiyanlık yayıldıkça ve cemaatler artıkça, koordinasyon ve denetim amacıyla piskoposlar seçildi. Öncelik ilk başlarda İsa’nın doğduğu yer olması sebebiyle Kudüs Psikoposu’ndaydı, ancak daha sonra güç Roma’ya geçti. Önceden tüm piskoposlara verilen papa (baba) unvanını kullanmak artık sadece Roma Piskoposu’nun bir imtiyazı haline gelmişti.[2]
Hristiyanlar arasında ilk ihtilaf, yahudi şeriatına uyup uymama konusunda yaşanmıştı. Kudüs'te yaşayan Yahudiler arasında İsa’ya inananlar, Yahudi şeriatını uygulamaya devam etmişlerdi. Diyaspora Yahudileri ise, büyük ölçüde Grek etkisinde olmalarından ötürü Yahudi şeraitini devam ettirmeye karşıydı. Bu grubun liderliğini yapan Pavlus, hristiyanlığın putperestler arasında daha çok yayılabilmesi için Yahudi şeriatının kurallarını kaldırma taraftarı olmuştu. Kudüs’te 49-50 yıllarında Havariler Konsülü’nden sonra Hristiyanlık’ta iki ayrı grup oluşmuştu: Pavlus Hristiyanlığı taraftarları ve yahudi-hristiyanlar ; yani Ebionitler. Bu iki grup arasındaki mücadele uzun yıllar sürmüştü. Ebionitler, V. yüzyıla kadar varlıklarını devam ettirmiş olsalar da, Pavlus zihniyetinin taraftarlarının artmasıyla adlarından bahsedilmez olmuştur. Günümüzde Hıristiyanlığı, büyük bir çoğunlukla Pavlus geleneğini devam ettirmektedir.[3]
Hristiyanlıkta bir diğer fikirsel ayrılık da, Constantinus’un ölümünden sonra Arius ile yaşanmıştır. XVI. Yüzyıldaki reforma kadar hristiyan birliğini tehdit etmiş olan ayrılıkçı gruplaşmaların en önemlisi Arius hareketidir. Arius "Babaya bağımlı olan oğul, onunla aynı özden olamaz. O babanın esedir fakat babayla aynı cevherden değildir." diyerek hristiyanlıktaki teslis inancını (Baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi) sorgular. Yani bir başka deyişle İsa’nın tanrılığını reddeder. M.S. 325’te İznik’te toplanan konsül Arius’u aforoz etme kararı almıştır, ki bu da Roma Kilisesi’nin kendisinden farklı düşünenlere sonraki yıllarda izleyeceği tavrın da bir sinyali olmuştur. Ama Arius’un aforoz edilmesi bir şeyi değiştirmemiş, Ariusçuluk sadece bir bölücü hareket olmakla kalmamış, müstakil bir kilise haline gelerek VII. asrın sonuna kadar resmi hristiyan birliğini daima tehdit etmiştir.[4] Ariusçuluk’un günümüz Hıristiyan mezheplerinden olan ve teslisi kabul etmeyen Uniteryanizm'in ortaya çıkışında önemli etkileri olduğu öne sürülmüştür. Arius'tan sonra, Hıristiyanlar arasında kayda değer en önemli bölünmelerden biri de Nestorius'un İsa 'nın “İnsan-Allah” değil , “Allah taşıyıcısı” olduğu görüşünden ortaya çıkmıştır. Nesterious’a göre İsa, Allah değil, insan olarak doğmuş ve bedenine Logos'un (Kelam) girmesi ile tanrı olmuştur. Nestorius, bu yüzden Hz. Meryem’e “tanrı anası” denilemeyeceğini, Meryem’in ancak “İsa’nın Anası” olarak adlandırılabileceğini öne sürmüştür.[5] Nestirous da tıpkı Arius gibi papa tarafından aforoz edilmiştir.
Görüldüğü gibi farklı görüşler, farklı yaklaşımlar, ayrışmalar daha Hristiyanlığın doğduğu ilk yıllardan itibaren baş göstermiştir. Ancak en büyük kopuş ve sürtüşme Ortodoksluğun kuruluşuyla, yani Doğu ve Batı Kilisesi’nin ayrılmasıyla yaşanmıştır. Bu ayrılış tıpkı etin tırnaktan ayrılması gibi acılı ve kanlı bir biçimde gerçekleşmiştir.
Doğu'da, Hıristiyanlık Bizans'ın kontrolünde bir devlet dini haline gelirken, Batı 'da papaların etkisi altındaydı. İmparator Konstantin döneminde İstanbul, Doğu Roma İmparatorluğu’ nun başkenti olmuş "Yeni Roma" ismiyle anılmaya başlanmıştı. Kadıköy’de toplanan konsül her ne kadar papaya özel bir konum biçse de her iki Roma’nın Konsülleri arasında eşitlik sağlamıştı. İstanbul Patriği’ne (Roma'daki Papa) gibi, Anadolu'daki ve Trakya'daki bazı bölgelerin papazlarını tayin yetkisi vermiştir. İlerleyen yıllarda, Bizans Kilisesi Ortodoks (gerçek imanı muhafaza eden) adını alırken; Roma kilisesi de katolik (birlik içinde evrensellik) adım alacak, her iki kilise de üstünlüğün kendisinde olduğunu savunacaktır.
Sicilya’nın Normanlar tarafından işgal edilmesi iki kilisenin yakınlaşma çabalarına sebep olmuştu. Papa IX Leon tarafından İstanbul’a gönderilen Kardinal Umberto İstanbul Patriği’ne emir verir tarzda konuşunca Patrik kendisini makamına kabul etmemişti. Patrikle görüşemeyen Umberto patrik ve diğer kilise yöneticilerini aforoz ettiğini belirten belgeyi İstanbul’dan ayrılmadan yayınlamış buna karşılık İstanbul Patriği de Roma Kilisesi’ni aforoz etmiştir. Her iki kilisede de karşılıklı olarak birbirlerini aforoz ederek aralarında bir soğuk savaş dönemi başlatmışlardır. Haçlı seferleri sırasında Roma Kilisesi’nin konsülün kararlarına uymayıp Kudüs ve Antakya’da kilise kurması büyük tepki toplamıştır.
1071 yılında Türklerin Anadolu’ya girmeleriyle zor durumda kalan Bizans kararsızlık içindeydi. Bir grup, Türk tehdidine karşı Vatikan’ın üstünlüğünü kabul edip papanın koruyucu şemsiyesini kabul etmekten yanaydı. Bir kısım din adamı ise ne olursa olsun inançlarından vazgeçmeyi, yani mezheplerini yadsımayı reddediyorlardı. [6] Müslümanlığın yayılmasını durdurmak için oluşturulan Haçlı Orduları 1204 yılında Mısıra doğru yolu çıkmışken fikir değiştirerek İstanbul’a yönelmişler ve burada yaşayan Ortodoksları kılıçtan geçirmişler, din adamlarını asmışlardı. Bu zulmün ardından Ortodoksluk ve Katoliklik arasındaki uçurum bir daha asla kapanmayacak şekilde açılmıştı. Hatta ünlü, “İstanbul’da Latin şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” sözü bu yıllarda söylenmiş olup, köprülerin tamamen atıldığının bir dışavurumuydu.[7]
Hristiyanlığın “Ortodoks ve Katolik” olarak ikiye bölünmesinin ardından Papalık gücünü arttırma yoluna gitmiş ve bu amaçla baskıcı bir tavır izlemeye başlamıştı. Kilise dini otoritelerini kullanarak imparatorluklar üzerinde siyasi nüfuzlarını arttırmış maddi gücünü de bir servete dönüştürmüştü. Önemli oranda toprak sahibi olan kilise Avrupa’da ekonomik, politik ve sosyal bir güç merkezi halini almıştı. Kilise bu konumunu korumak için her türlü tehdide karşı elinde bulundurduğu dini silahlarını kullanmaktaydı. Katolik Kilisesi’nin aforoz, enterdi, endülijans, krallara taç giydirme gibi önemli yetkileri vardı. Papa dilediğini aforoz edip, sorgusuz sualsiz dinden çıkarabiliyordu. Ya da enterdi yetkisini kullanarak bir ülkedeki tüm hristiyanlık uygulamalarını iptal edebiliyordu. Enterdi ilan edilen bir ülkede ne ibadet yapılabiliyor, ne nikah kıyılabiliyor, sosyal yaşam felç oluyordu. İmparatorlar Vatikan’la aralarını hoş tutmak zorundaydılar. Kilisenin gücü Ortaçağ’da kral ve imparatorların aileleri arasındaki boşanmalarla direkt ilgiliydi. Krallar zorlu tutkulara sahiptiler ve evliliğin çözülmeme hususunun sadece uyrukları ilgilendirdiğini savunurlardı. Ama bir evliliği ancak kilise yasal hale getirebiliyordu. Eğer bir kilise bir evliliğin geçersiz olduğunu ilan etmişse tartışmalı bir tahta çıkış olayının ve hanedan savaşının çıkması kuvvetle olasıydı. Böylece kilise kraliyet ailelerindeki boşanmalara ve yasal olmayan evliliklere karşı durmada güçlü bir duruma sahipti. [8] Skolastik düşünce ve dogmalar dönemin geçerli anayasası haline gelmişti.
Papalar istemedikleri bir bilin eğitimini çok rahat yasaklayabiliyorlardı. Mesela 1163’te Papa III. Alexander tüm kilise mensuplarına önce fizik öğrenimini sonra da yine papazla tıp tahsilini yasaklamıştı.[9] Kilise bütün ortaçağ boyunca Latinceyi kilisenin kutsal dili olarak kabul ediyor ve sahipleniyordu. Böylece Hristiyan Avrupa’yı dil aracılığıyla kontrol altında tutmak işine geliyordu. Bilginler de Latinceyi tercih ediyorlardı çünkü Latince çeşitli milletlerin bilginleri arasındaki ilişkileri kolaylaştırıyordu. Halbuki Latinceyi çok küçük bir azınlık okuyabildiği ve anlayabildiği için kiliseye aykırı düşünceler olsa bile halk arasında yayılamıyordu. Kilise matbaanın icadından da rahatsızdı çünkü o vakte kadar bütün bilgiler papazların ağından alınıyordu, artık kitaplardan da alınabilecekti.[10] İlim o vakit adeta Hristiyanlığın mücadeleye giriştiği putperestlikle bir tutuluyordu. Hristiyanlık halk arasında yayıldıkça ilme karşı alınan tavır daha da şiddetlendi. İskenderiye’de bir kütüphane yakıldıktan sonra meşhur astronom Theon’un kızı matematikçi Hypatia halk tarafından taşlanarak öldürülmüştü.[11]
Papalık dünya üzerinde hristiyanlığı yaymak, dolayısıyla da kendi hükümdarlık alanını genişletmek için her türlü yola başvuruyordu. Engizisyon da bunlardan biriydi. Engizisyon kilisenin kurduğu düzeni eleştiren, sorgulayan ve değiştirmek isteyenlere karşı Papa’nın en güçlü silahlarından biriydi. Engizisyon mahkemeleri 1231’de Papa IX. Gregorius tarafından kurulmuştu. Bu mahkemelerde mahkum suçunu kabul edene kadar işkence görürdü. Eğer , suçunu kabul etmezse işkenceden ölürdü kabul ederse de hapiste çürürdü.[12] Uyguladığı şiddet yüzünden Ortaçağ’da öne çıkan İspanyol Engizisyonu Castilla Kraliçesi I. İsabella’nın ısrarıyla Papa IV. Sixtus tarafından 1483’te kurulmuştu, amacı bu coğrafyada yaşayan Müslüman ve Yahudilerin Hristiyanlaştırılmasıydı. Engizisyon mahkemelerinde avukat bulundurulmazdı yalnız bir kraliyet temsilcisi usulen tanıklık ederdi. Mahkemenin suçlu bulduğu kişilere uyguladığı işkenceler kilisenin barbarlıkta sınır tanımadığını da gösteriyordu. Bu acımasız yöntemin ilginç bir örneği ölümünden sonra azizlik mertebesine yükseltilen Jean D’arc’ın engizisyon tarafından yargılanması ve diri diri yakılarak öldürülmesiydi. Jean D’arc’ı suçlayan mahkeme kararının 3. maddesi şöyleydi: “Bu kadın, tanrının peçe olarak kendisini verdiği saçı zamansız olarak kestiği, kadın elbiselerini çıkarıp erkek giysileri giydiği için dinini inkar etmiştir”[13]
Kilisenin kurduğu bu düzen beraberinde güçlülere yaranma eğiliminde olanlar arasında ihbarcılığın da yükselmesine ortam hazırlamıştı. Asıllı asılsız ihbarlar yapılıyor, insanlara iftiralar atılıyordu. Sorgucunun verdiği vaaz kiliselerin kapısına asılıyordu böylece herkes mahkemenin geldiğinden haberdar oluyordu. Mahkemenin geldiği anlaşılınca da ihbarlar yağmaya başlıyordu. Mahkeme ihbar mektuplarını okur, değerlendirir ve ihbar edilenlerin ortaya çıkması beklenirdi. Sanık ortaya çıktığında ya da yakalandığında piskoposluk sarayında ya da manastırda yargılanırdı. [14]
Katolik Kilisesi’nin bu kural tanımaz, vahşi tutumu hem krallıklar hem de halk arasında homurdanmalara neden olmaya başlamıştı. Kilise artık gerçek bir inanç temsilcisi sayılmıyor, daha çok politika ve dünya işleriyle ilgilenen bir kurum olarak görülmeye başlanıyordu. İşte bu yüzden özellikle dinde teselli arayan alt tabakalarda belirsiz bir özleyiş belirmişti. Kilisenin bu soysuzlaşmış haliyle aracılığı yapamadığına inanılıyordu.[15] Avrupa’da yeniden doğuş yaşanıyordu. Buna Rönesans denmişti. İnsan aklı yaşamı yeniden algılamaya ve yeniden şekillendirmeye başlamıştı. Dönemin kanaat önderleri bu kez din olgusun, din birey ilişkisini sorgulamaya başladılar. Önce Almanya’da, ardından Fransa ve İngiltere ile Kuzey Avrupa ülkelerinde bu anlayış bir tepkiselliğin gelişmesine ortam hazırlıyordu. Latin Hristiyanlığı, bu dogmatik ve baskıcı tutumunu XVI. Yüzyıla kadar sürdürecek ve bu asırda Luther'in başlattığı Reform hareketi karşısında, şiddetli sarsıntılar geçirecekti.
15 Ekim 1917’de Alman’ya da Martin Luther Wittenberg kentinde bir kilisenin kapısına 95 maddeden oluşan bir protesto metni astı. Böylece Protestan hareketi başlamış oldu. Luther İncil’in başka dillere de çevrilmesini ve herkes tarafından okunup anlaşılmasını istiyordu. Matbaanın bulunuşu bu bağlamda etkili olacaktı. Luther özellikle kilisenin ahret hayatını bir belge karşılığında satmasını saçma buluyor ve eleştiriyordu. Luther bir anda halkın isteklerinin temsilcisi olmuştu adeta.[16]
Papalık, Luther'in bu hareketini, önceleri fazla ciddiye almamıştı. Ancak, Luther'in fikirleri, halk arasında taraftar toplamaya başlayınca önce onu fikirlerinden döndürme yolunu denemişti. Fikirlerinden vazgeçmeyen Luther'in taraftarlannın sayısı artmaya başlaması üzerine Papalık, onu ve yandaşlarını 3 Ocak 1521'de aforoz etti ve hatta ölüme mahkum etti. Ama kilisenin bu tutumu bir şey değiştirmedi. Luther’in görüşleri destekçi bulmaya devam etti ve Hristiyanlık dininin Katoliklik ve Ortodoksluktan sonra üçüncü mezhebi olan Protestanlık kurulmuştu.
Romalı ilahiyatçılar, Lutherin haksızlığını ve sapıklığını söylemekle kalmamışlar bir de Katolik Kilisesi’nin tutumunu haklı göstermek niyetiyle bir karşı reform başlatmışlardı. Karşı reformasyon hareketinin başarısını sağlamak üzere üç etken silaha başvuruldu: “Roma Engizisyonu, Yasaklı Kitaplar Listesi ve Cizvit Örgütü. Papa III. Jean Paul 1452’de Protestanlığın yayılmasını durdurmak amacıyla Ortaçağın korku saçan engisizyon ruhunu geri getirdi. Mahkemenin acımasız ve adalet dışı uygulamaları Avrupa’yı yeniden nefret ve korku havası içine soktu. Heretikleri yani Katolikliğin doğrularını inkar edenleri öldürmek cehennem azabını yok etmekle eşdeğer gösteriliyordu. P apalık yasakladığı kitaplardan birisini okuyanın da aforoz edileceğini söylüyordu[17] Böylece Roma Katolik kilisesi her türlü reform talebine karşı çıkmış Hristiyan batı, “Katolikler ve Protestanlar” olara iki kutba ayrılmış, sonuçta din savaşları başlayarak hıristiyan Avrupa kana bulanmıştır.
Reform Papa’nın Hristiyanlar üzerindeki otoritesine başkaldırarak onun buyurduğundan farklı düşünceye ve inanca sahip olunabileceğini Avrupa’lıya fark ettirdi. Kilisenin düşünce üzerindeki bu baskısının yıkılmasıyla Avrupa’da entelektüel ilerlemenin önü açıldı. Protestan Kilisesi’nin kurulması bireyle tanrı arasında herhangi bir otoritenin gereksizliğine dayalı bireysel dinselliğin savunulmasını, otoriteden bağımsız olarak kendi Hristiyanlık arayışına girişenlerin türemesini de sağladı. Katolik Kilisesi çalışmayı pişmanlığın bir göstergesi olarak bir cezaymış gibi hor görmüş, ticarete engel olmamakla birlikte toplumsal yararı olmayan ticari faaliyetlere ve biriktirilen servetin kullanımına kötü gözle bakmıştı. Protestanlık bu anlayışı değiştirdi. Batı uygarlığı unuttuğu toleransın arayışına girmişti. Kutsal kitabın her bilginin temeli olduğu düşüncesinin yıkılmasıyla bilimin yolundaki engeller de kalkmaya başlamıştı.[18]
Protestan Hareketi, yeni bir kilisenin kurulması ve çok sayıda katoliğin karşı tarafa geçmesi Roma’yı sinirlendirmiş ve bir seyler yapmaya, Katolikliği savunmaya hatta karşı saldırıya geçerek birleşik bir cephe kurmaya yöneltti. Papa III. Paul zamanında başlayan bu hareketler özellikle İtalya’da ve İspanya’da etkili oldu. Roma Kilisesi kendisinden kopuşları durdurmak ve hatta gidenleri geri döndürmek için harekete geçmişti ama Protestanlar da karşı eylem hazırlığındaydı. Katolik ve Protestan kiliselerinin girdikleri bu ölüm kalım savaşı toleranssızlığın ayyuka çıktığı Avrupa’nın dehşet içine sokulduğu yılları beraberinde getirdi[19]
Fransa’da 24 Ağustos 1572’de Katoliklerin Huguenot’lar olarak anılan onbirlerce protestanı öldürdüğü “Aziz Bartholemeo Günü Katliamı” Katolik-Protestan savaşının ne kadar vahşi bir noktaya geldiğinin bir göstergesidir. Bu olay sonunda Fransa’yı kanlı bıçaklı iki cepheye böldü. İki taraf arasında şiddetli ve kanlı savaşlar oldu. Aynı zamanda eski bir Protestan ve Huguenot mensubu Fransa Kralı IV. Henri Fransa’daki bu bölünmüşlüğün önüne geçmek için Hristiyanlık tarihinde dinsel tolerans tanınmasına ilişkin ilk yasa mahiyetindeki Nantes Fermanı’nı yayınladı.[20]
Reform hareketleri dahilinde, bir grup Protestan prensleri bir araya gelerek Katolik Kutsal Roma Germen İmparatoruna karşı 1546 yılında savaş başlatmışlardır. Bu askeri ve politik mücadeleyi sona erdiren 1555 yılında imzalanan Augsburg Barış Antlaşması’na göre, Protestanlık kilisesi ve mezhebi kesin olarak tanınmıştır. Alman prensleri istedikleri mezhebi seçme ve kendi halklarına kabul ettirme konusunda serbest olmuşlardır. Prensler kendi ülkelerinde dinsel işler üzerinde mutlak hakim olarak kabul edilmişlerdir. Prenslerin mezhebini kabul etmeyen Almanların başka yerlere göçüne izin verilmiştir.
Ancak Ausburg Barışı geçerli olmayınca, Otuz Yıl Savaşları başlamıştı. Otuz Yıl Savaşları o dönem Avusturya’ya ait olan Bohemya’da başladı. Protestanlar ayaklandı. Viyana yağmalandı. Kralı devirip Kalvenist bir prensi başa geçirmek isteniyordu. Daha da şiddetlenen savaş,1625-1629 yılları arasında Danimarka’da da etkisini gösterdi. Protestanlar acımasızca katledildiler. Buna benzer olaylar İspanya’da da meydana geldi. 1635-1648 yılları arasında Fransa, İsveçlilerin de desteğini alarak; İspanya’ya savaş açtı. Danimarka, İsveç ve Fransa da savaşlara dahil oldu. Otuz Yıl Savaşları Vestfalya Barışı ile sonuçlandı. Augsburg antlaşması ve Kalvenizm Roma Cermen İmparatorluğu’nda kabul edilen mezheplerden biri oldu. Roma Cermen İmparatorluğu içindeki prenslikler, hemen hemen bağımsız siyasal birimler oldular. İmparator zorla vergi ve asker toplayamayacak, kanun koyamayacak ve savaş ilan edemeyecekti.
ABD’li tarihçi Preserved Smith’e göre insanlığın şimdiye dek elde ettiği en büyük özgürlük yalnızca din alanında kazanılmıştır. Bugün, medeni bir ülkede çıplak ayakla ve uzun saçla dolaşan birinin dış görüntüsünden ötürü toplum tarafından yargılanma olasılığı dini inanışlarından ötürü yargılanma ihtimalinden çok daha fazladır. Bunun nedeni çok uzun süren din savaşlarının sonunda rasyonalistlerin bu savaştan kimsenin galip çıkamayacağına dair toplumları ikna etmesi ve farklı dinden insanların birbirlerinin görüşlerine saygılı olmayı öğretmiş olmasıdır.[21]
Din Savaşları, Avrupa Tarihi’nde 16. Ve 17. Yüzyıllara damgasını vuran en trajik sosyal olaylarından biri olmaya namzettir. Katolik Kilisesi vicdan özgürlüğünü kesinlikle reddeden bir yaklaşım sergiliyordu. Hatta öyle ki, Papa V. Pius tarafından Katolik Kilisesi’nin “ululaları” arasına yükseltilen Thomas Aquinas sapkınlar, yani diğer mezheplerin mensupları, yalnızca aforozu değil, öldürülmeyi de hak ediyordu.[22]
Katoliklerde durum buydu ama Protestanların farklı olduğunu söylemek de mümkün değildi. Smith’e göre Luther’in yeteri kadar güçlü olmadığı dönemlerde ettiği birkaç görkemli sözün haricinde protestanların da vicdan özgürlüğü lehine bir tavrı da yoktur. Onlar da din adına ceza verme gücünü erişir erişmez bu gücü kullanma yoluna gitmişlerdir.[23] Genel olarak sadece Anabaptistler ve Üniterciler gibi hüküm giymiş tarikatlar kendi konumlarının gerektirdiği biçimde hoşgörü ilkesine sıkı sıkı bağlıydılar.
Protestanlar, ana konularda ortak inançlara sahip olmalarına rağmen,aralarında tam bir inanç birliği oluşturamamışlardır. Hatta, daha önce, farklı inanç ve kanaatlere sahip olmalarından dolayı Katolik Kilisesi tarafından büyük zulümlere maruz kalmalarına ve bundan şikayet etmelerine rağmen Protestan Kiliseler (mezhepler), sonralan kendileri de birbirlerine karşı son derece acımasız olmuşlardır. 1520 yılından önce ortaya çıkan ve bebeklerin vaftizini geçerli saymayan Anabaptistlerden (yeniden vaftiz olanlar anlamında) bir çoğu, başka Protestanlar tarafından, suda boğdurulmak suretiyle öldürülmüşlerdir.[24]
Papa Alexandre IV. 1501 yılında ruhsatsız basılan kitaplara karşı yayınladığı bir talimatla sansür uygulamasını başlattı. Fransa’da II. Henri ruhsatsız kitap yayınlayanların idam edilmesini emretti. [25] Protestanlık hareketinin başında bulunanlar mesela Luther de aklın egemenliği konusunda muhaliflerinden çok farklı düşünmüyorlardı. Luther’e İsviçre’de Protestanlığın bir kolunu oluşturan Calvin de katılıyordu. Yani onlar Roma Kilisesi’nin otoritesini reddediyorlar ve aklın egemenliğini kabul ediyorlardı. Fakat bir süre sonra Protestanlık da kendi içinde bir skolastik yapma ihtiyacı duydu çünkü ferdi hükümler de Protestanlığı farklı mezheplere ayırıyordu. Bu yeni kilise de kaçınılmaz olarak dogmatizme düşmekten kurtulamadı… Roma Kilisesi kitapları sansür ederek bir kara liste yaptıysa Protestanlar da böyle inançlara aykırı kitapları dindar Hristiyanların sofuca düşmanlığına havale ettiler. Protestanlıkta daha serbest bir gelişme alanı bulacağına inanan bilim insanları bir süre sonra aldandıklarını anlamış oldular[26]
Protestanlığın kuruluşuyla birlikte açılan özgürlük kapısı başka mezheplere de aralanmış oluyordu. Fransa’da Jean Calvin’in hareketi (Calvinisme) ortaya çıktı. İngiltere Kralı 8. Henry kendisini 1531’de İngiltere Kilisesi’nin mutlak hakimi ilan etti ve 1549’da Prayer Book’un uygulanmasıyla Anglikan Kilisesi kuruldu. Protestanların da kendi aralarında mezhepsel bölünmeler:”Baptistler (Thomas Helweys), Metodistler , Kuveykırlar, Mormonlar, Adventistler gibi bir çok yeni mezhep ortaya çıkmıştı.
Hristiyanlık, hoşgörüsüzlüğün bedelini bölünerek ödemek durumunda kalıyordu…
Sonuç
Tüm dinler özünde barışı ve hoşgörüyü savunan, sosyal huzurun tesisini amaçlayan kurumlardır. Ancak genelde tüm dinlerde, özelde ise Hristiyanlıkta yaşanan fikir ayrılıklarının şiddete dönüşmesi dinin bu sosyal misyonunun görülmediği ve/veya görüldüğü ancak herkesin kendi çıkarlarına yorumlandığının bir göstergesidir. Hristiyanlıkta, sayıları daha fazla olmakla birlikte resmen kabul edilen dört kutsal kitabın bulunması peşin peşin tarihsel süreçte yorum farklılıklarının yaşanacağının en somut göstergesidir aslında. Ancak toleranssızlık ve her mezhebin kendi düşüncesinin doğru olduğu düşüncesindeki ısrarı bu farklılıkların uçurum haline dönüşmesine ve kanlı olaylara ortam hazırlamıştır. Vatikan’ın öncülük ettiği Haçlı Seferleri kapsamında sırf başka bir mezhebe mensup oldukları için İstanbul’daki binlerce ortodoksu kılıçtan geçirmesi Hristiyanlıktaki hoşgörü eksikliğinin hangi noktaya ulaşabileceğinin somut bir örneğidir. Batı Roma’nın asli görevinden uzaklaşıp zenginlik ve iktidar ihtirasıyla yanıp tutuşması Avrupa’yı kanlı bir sürece sürüklemiştir. Kilisenin despotik tavırları hristiyanların sabrını taşırmış ve Protestanlığın kurulmasıyla Hristiyanlık üçe bölünmüştür. Ardından yaşanan din savaşları ise “Benim mezhebim daha iyidir” gibisinden saçma sapan bir yaklaşımın silah zoruyla diretilmesinden başka bir şey değildir aslında.
Düşünür Montaigne’in güzel bir sözü vardır “Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz ama farklı yönlerde” Tüm dinler sonuçta ayrı ortak amacı taşır: “İyi bir insan olmak”…Her din ve her dinin alt kümeleri konumundaki mezhepler tıpkı Montaigne’nin sözünde olduğu gibi farklı yönlerden de gitseler aynı yolun yolcusu olmak zorundadırlar. Hal böyleyken kimsenin kimsenin yoluna ve yönüne karışma hakkı bulunmamaktadır. Yüzyıllar öncesine hakim olan hoşgörüsüzlük zamanla büyük bir azalma eğilimine girse de, bugün bile, hiçbir dinde kesin bir toleransa rastlanamaması insanlığın yaşananlardan ne oranda ders alabildiğinin sorgulanmasını da zorunlu kılmaktadır.
Dipnotlar ve kaynakça
[1][1] Ahmet Hikmet Eroğlu, Hristiyanların Bölünme Sürecine Genel Bir Bakış, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 41, Sayı 1, Ankara, 2000
[2]Toktamış Ateş, Dünyada Ve Türkiye’de Laiklik, Ümit Yayıncılık, İstanbul. 1999, s.42
[3] Ahmet Hikmet Eroğlu, a.g.m.
[4] Mehmet Aydın, Batı Ve Doğu Hristiyanlığına Tarihi Bir Bakış http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/772/9833.pdf, erişim tarihi 29.03.2013
[5] Eroğlu, a.g.m
[6] Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2006, s.43
[7] Kongar, a.g.e., s.43
[8] Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi, (İlkçağ , Ortaçağ, Yeniçağ), Say Kitap Pazarlama, 3. Baskı, İstanbul, 1983, s. 382
[9] Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim Ve Din, Remzi Kitabevi, 2. Basım, İstanbul 1969, s. 135
[10] Adıvar, a.g.e., s.145-146
[11] Adıvar, a.g.e., s. 97
[12] Kemal Arı, Atatürk Ve Aydınlanma, “Düşünsel Temelleri Ve Gelişimi”, Yakın Kitabevi Yayınları, 3. Basım, İzmir, 2010, s. 73
[13] Ateş, a.g.e., s. 58
[14] Arı, a.g.e., s. 73
[15] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi., 5. Basım, İstanbul, 1985, s. 200-201
[16] Arı, a.g.e., s.90
[17] Sabri Şatır, Başlangıçta Bilgisizlik Ve Korku Vardı, Düşünmenin Öyküsü, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2001, s.257-258
[18] Sabri Şatır, Başlangıçta Bilgisizlik Ve Korku Vardı, Düşünmenin Öyküsü, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2001, s.257-258
[19] Şatır, a.g.e., s. 260
[20] Şatır, a.g.e., s. 263-264
[21] Preserved Smith, Rönesans Ve Reform Çağı, Bir Sosyal Arka Plan Çalışması, (Çeviren Serpil Çağlayan) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2001, s. 191
[22] Smith, a.g.e., s. 192
[23] Smith, a.g.e., s. 193
[24] Eroğlu, a.g.m
[25] Smith, a.g.e. s. 194
[26] Smith, a.g.e., s.194