Nedense ve ne yazık ki toplumumuzdaki fikirsel ayrışmalar (ve hatta kamplaşmalar) “ötekileştirme”nin sınırlarını “derinleştirme” bağlamında hep ön mevcudiyetini korumuştur. Genellikle hayatı algılama ve yaşama biçimi kıstas alınarak “Bizden” ya da “bizden olmayan” şeklinde usları ele geçiren ön yargısal tutum, varlığını kültürün tüm alt kümelerinde hissettirmiştir. İnsanların okudukları gazeteye göre sınıflandırıldığı, kişinin yolda yürürken kolunun altına sıkıştırdığı gazetenin isminin görünmemesi için özel çaba sarf ettiği günler sadece ve sadece 30 yıllık bir maziye sahiptir…
Bu “ötekileştirme” yaklaşımı, sanat ve edebiyat başta olmak üzere birçok alanda rengârenk bir gökkuşağını andıran ulusal kültürümüzde suni ayrışmaları körüklemiştir…
Örneğin “hangi şarkıcıyı dinlediği”, veya “hangi yazarı okuduğu” gibi hususlar dahi “bizden” ya da “bizden olmayan” kavramlarının sınırlarını belirlemek için yeterli kabul edilmiştir… Bu yaklaşım beraberinde “tek yönlü” beslenen ruhların ve usların oluşmasına, bu da farklı düşüncelere hoşgörü gösterme yetisinin oluş(a)mamasına neden olmuştur…
İşte bu yapay ayrışmadan nasibini alan kültür ve sanat alanındaki evrensel değerlerimizden biridir Nazım Hikmet…
Sosyal demokrat eğilimin hakim olduğu ülkelerde “Türkiye’den geliyorum” dediğinizde şöyle bir soru yöneltilir akabinde: “Nazım’ın Türkiyesi’nden mi?” Yani Nazım Hikmet bugün birçok ülkenin ismini saygıyla andığı, edebiyat alanında “evrensel bir değer” konumundayken paradoksal bir biçimde Türkiye’de sadece belirli bir kesim tarafından tanınmakta, bilinmekte ve sahiplenilmektedir.
İçinde bulunduğumuz 2013 yılı itibarıyla “111. Doğum Günü”nde çeşitli etkinliklerle anılan Nazım Hikmet’i bir tek siyasi yönüyle tanımak buzulun ancak suyun üzerinde olan kısmını görebilmektir… Oysa ki Nazım, her yüzeyinde ayrı bir yansımanın belirdiği bir prizma gibidir… Bir insan, bir barışçı, bir şair, bir vatanseverdir… Tüm bu özelliklerin yanında, evet, aynı zamanda da komünisttir. Ancak sadece komünist yönüne odaklanıp diğer özelliklerini özellikle görmemeye çalışmak toplumumuzdaki kronik “ötekileştirme” hastalığının bir belirtisidir aslında…
Fikirlerini ve özlemlerini hep kalemiyle dile getiren Nazım Hikmet 15 Ocak 1902’de Selanik’te dünyaya geldi. Aslında 20 Kasım 1901'de doğsa da ailesi “40 gün için bir yaş büyük görünmesin” diye doğumunu 15 Ocak 1902 olarak bildirmiş kendisi de böyle kabul etmişti. Oldukça eğitimli ve aydın bir anne babanın çocuğuydu. Babası Hikmet Bey, birçok şehirde valilik görevinde yapmış Nazım Paşa’nın oğluydu. Osmanlı döneminde dışişlerinde çeşitli memurluklarda ve Matbuat Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuştu.[1] Annesi Celile Hanım ise Ferit Enver Paşa ile Leyla Hanım’ın kızıydı. Çok iyi Fransızca bilirdi. Aynı zamanda Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından biriydi. Padişah II. Abdülhamid'in yaverliğini yapan babası Ferik Enver Paşa sayesinde padişahın ressamı Fausto Zonaro'dan dersler almıştı.[2]
Nazım Hikmet’in edebiyata yönelmesinde aynı zamanda kendisi de şair olan dedesi Mevlevi Nazım Paşa’nın etkisi büyük olmuştur. Her ne kadar Hikmet Bey, babası Nazım Paşa’ya “şairlikten de valilikten de hayır yok. Oğlanın kolunda bir altın bilezik olsun; doktor olsun, hakim olsun”[3] dese de Nazım Hikmet genlerinde olan sanatçı ruhunun izinden gitmek istiyordu. Dedesinin bir şair, annesinin bir Lamartin hayranı olmasının etkisiyle babası pek edebiyatla ilgili olmasa da Nazım Hikmet şiirin hep baş köşede olduğu bir evde ve ailede büyümüştü.[4]
Aydın bir ebeveynin çocuğu olması Nazım’ın iyi bir eğitim almasında oldukça etkili oldu. Bir yıl kadar, Fransızca öğretim yapan bir okulda, sonra Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taşmektep) okudu. Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle Nazım Hikmet’in ailesinin de ekonomik durumu bozulmuştu ama dedesi Nazım Paşa, Nazım Hikmet’in mutlaka bir yabancı il öğrenmesini istiyordu. Dedesinin emekli maaşından ayırdığı parayla Nazım Hikmet ortaokulu okumak üzere Galatasaray’a (Mekteb-i Sultani) hazırlık sınıfına yazıldı.[5] Ancak ekonomik koşullar ağırlaşınca Galatasaray Sultanisi’nden ayrılarak Nişantaşı Sultanisi'ne verildi.
Nazım Hikmet’in şair dedesinin çevresinden ayrılmıyordu. Dedesinin dostlarıyla girdiği edebi sohbetlerini ilgiyle takip ediyordu. Şiirle ilk tanışması da zaten bu şekilde olmuştu.
Nazım ilk şiirini henüz 11 yaşındayken evlerinin karşısında çıkan yangından etkilenerek yazdı.[6] İkinci şiiri ise savaş üzerineydi. 14 yaşındaydı ve Birinci Dünya Savaşı devam ederken dayısının Çanakkale’de şehit düşmesinden etkilenmişti. Üçüncü şiirini ise 16 yaşında kız kardeşinin kedisi üstüne yazdı. Nazım, ünlü şair Yahya Kemal’in bu şiir karşısındaki tepkisini yıllar şöyle anlatıyordu “Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anama. Şiirimi gösterdim, Kedinin kendisini görünce “Sen bu pis uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsan şair olacaksın” dedi.[7]
Bahriye Nazırı ve İkinci Ordu Kumandanı Cemal Paşa Nazım Hikmet’in babasının dostuydu. Birçok ilde birlikte görev yapmışlardı. Hikmet Bey bir gün Cemal Paşa’nın evlerine ziyarete geleceğini söyledi. Nazım’ı gören ve babasının okuduğu bir şiirinden çok etkilenen Cemal Paşa aileye Hikmet’in Bahriye Mektebi’ne yazılması için telkinde bulundu. Ailenin olumlu yaklaşımı neticesinde Nazım Hikmet Heybeliada Bahriye Mektebi'ne verildi.[8]
1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da tamamlayan Nazım Hikmet Hamidiye Kruvazörü’ne stajyer güverte subayı olarak atandı. Yahya Kemal’in annesine duyduğu aşka dair dedikodular ayyuka çıkmıştı ve bir arkadaşından da bunu dinleyince iyice morali bozulmuştu. Nöbetçi subay olduğu gece sabaha kadar güvertede ayazda kalarak bu ailevi meseleye nasıl bir çözüm bulunabileceğini düşündü. Sabaha kadar dondurucu soğukta kalmasından ötürü son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. [9] Bir süre Merkez Hastanesi’nde yatmak zorunda kaldı. Bitirme sınavlarından başarıyla çıkan Nazım güverte subaylığına hak kazandı. Bu sırada Celile Hanım ve Hikmet Bey şiddetli geçimsizlikten boşanmışlardı. Haberi alan Nazım çok içlenmiş, görev yaptığı gemide sırtını poyraza vererek sabaha kadar düşünmüş yine ciğerlerini üşütmüş ama bu sefer oldukça ağır biçimde hastalanmıştı.[10]
Babası Hikmet Bey, yakın aile dostları ve dönemin önde gelen doktorlarından Hakkı Şinasi Paşa’dan yardım istedi. Şinasi Paşa bir dizi tahlil yaptı. Durum ciddiydi. Bu arada Hikmet Bey, Nazım Hikmet’in işgal kuvvetlerine mensup subaylara ve işgalci devletlerin bayraklarına karşı protestocu bir tutum izlediğini de dost sohbetinde Hakkı Şinasi Paşa’ya fısıldadı. Durumu anlayan doktorunun talebi üzerine iki ay hastanede tedavi gördü Nazım Hikmet. Tam iyileşme görülemediğinden bu sefer kendisine iki ay evde istirahat izni verildi. Bu süre sonunda da iyileşemeyen ve sürekli kilo kaybeden Nazım17 Mayıs 1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.
Yeniden sivil hayata dönen Nazım Hikmet şiir denemelerine ağırlık verdi. Artık bir şair olarak adı sıkça duyulur olmaya başlamıştı. 1920′de Alemdar Gazetesi’nin gazetesinin açtığı bir yarışmada “Dikkat” isimli şiiriyle birincilik ödülü kazanmıştı. Dönemin önde gelen Faruk Nafiz, Yusuf Ziya gibi şairleri Nazım Hikmet’ten övgüyle bahsetmeye başlamışlardı.
İstanbul’un işgalinin ardından Nazım Hikmet, şiirlerindeki milliyetçi söylemle dikkat çekmeye başladı. 1920′nin son günlerinde yazdığı “Gençlik” adlı şiiriyle gençliği kurtuluş için savaşmaya çağırmaktaydı. Nazım Hikmet’in işgal güçlerini eleştirmek ve kurtuluş umudu aşılamak için 21 Ağustos’ta kaleme aldığı “Kırk Haramilerin Esiri” adlı şiiri Alemdar Gazetesi’nde yayınlandıktan sonra tüm kamuoyunun dikkatini çekti. İşgale karşı çıkan milliyetçi ve özgürlükçü kesimde adı sıkça duyulmaya başlandı. “Yaralı Hayalet” isimli şiirinin ardından Galatasaray’dan arkadaşı Vala Nureddin ile birlikte yazdıkları “Çanakkale’de Şehit Düşen Askerler” şiiri oldukça ses getirdi.[11] Nazım Hikmet artık istilacı devletlere karşı verilen mücadelede yer almaya başlıyordu.
Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da başlayan hareket dönemin özgürlükçü aydınlarının, yazarlarının, şairlerinin İstanbul’dan ayrılmasına neden olmuştu. Halide Edip, Yakup Kadri, Falih Rıfkı çoktan Ankara’ya geçmişler ve Atatürk’ün etrafında görev almaya başlamışlardı. Nazım Hikmet üç şair arkadaşıyla (Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Vâlâ Nureddin) birlikte bu harekete katılmaya karar verdi. O dönem Anadolu’ya ya Pendik üzerinden kara yoluyla, ya da Karadeniz yoluyla geçilebiliyordu. İstanbul’dan Ankara’daki direnişe silah kaçıran teşkilatın idarecilerinden birinin hazırladığı sahte yol kâğıtlarıyla 1 Ocak 1921′de Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. Nazım Hikmet’in dayısı Ali Fuat Paşa da Ankara’daydı ve ondan yardım alacaklarına inanıyorlardı. İnebolu’ya varınca, dört arkadaştan Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz askeri polis tarafından İstanbul’la geri gönderildiler. [12]Nazım ve Vala Nureddin 15 gün boyunca Ankara’dan izin beklediler. Bu bekleyiş Nazım’ın hayatında önemli bir rol oynuyordu. İlk defa Anadolu’yu görme fırsatı buluyordu. Anadolu’ya geçerek özgürlük mücadelesine katılmak üzere İnebolu’ya gelen gençlerle, eski subaylarla derin sohbetlere giriyordu. Bu arada İnebolu’da geçirdikleri günlerde, Anadolu’ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya’dan gelen genç öğrencilerle tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyordu. Spartakistler sürekli Marx’tan, Engels’den, Kautsky’den bahsediyorlar, sosyalizmi savunuyor, Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği’nden övgüyle söz ediyorlardı. Nazım’ı çok etkileyen bu bilgiler şairin sol düşünceye yönelmesinde önemli rol oynayacaktı.[13]
En nihayet bekledikleri izin geldi. Karakola çağrıldılar, kendilerine yüz lira yol parası verildi.[14] Yolları kar kapatmıştı ama özgürlük düşüncesiyle yanıp tutuşan Nazım Hikmet Vala Nureddin ile hemen yaya yola düşmüştü Ankara’ya doğru.[15]
Ankara’ya geldiklerinde Taşhan isimli bir otelde kalmaya başladılar. İlk olarak Nazım’ın teyze oğlu Ali Fuat Paşa’yı ziyaret ettiler. Paşa onlara Basın Müdürlüğü’nde bir iş bulabileceğini söyledi. Sevinçle gittiler ve Basın Müdürü eski İttihatçı Muhiddin Bey onlardan İstanbul’daki gençleri Milli Kurtuluş Savaşı’na dair bilinçlendirmek için bir şiir yazmalarını istedi. Nazım ve Vala Vahdettin etkili bir şiir yazdılar. Muhittin Bey şiiri çok beğendi ve 20 bin adet çoğaltıp tüm İstanbul’a dağıttırdı. Bu şiirden etkilenerek Ankara’ya yığılacak gençlere nasıl iş bulanacağı tepkileriyle Meclis’te hararetli tartışmalar yaşandı. Bunun üzerine Muhiddin Bey tarafından Milli Eğitim Bakanlığı’nda transfer edilen Nazım Hikmet ve Vala Vahdettin Bolu’ya öğretmen olarak atandılar. Vala Fransızca öğretmenliği, Nazım ise Türkçe öğretmenliği yapacaktı…
Ankara’daki günlerinde Nazım’ın Spartakistlerle bağlantıları daha da güçlendi. Hatta Taşhan’dan ayrılıp onlarla birlikte kalmaya başladı. Evdeki tüm sohbetleri Lenin, Engels ekseninde dönüyor, Kapital’den bazı parçalar okunuyor, Nazım Hikmet Marksizm üzerine bu derin tartışmaları ilgiyle takip ediyor ve birçok yeni şey öğreniyordu. Hatta bu gençlerle birlikte Asya adında anti-emperyalist bir dergi çıkarmaya karar veriyorlardı.[16] Nazım Hikmet ve Vala Nurettin ‘in Bolu’ya geçmeden önce Ankara’da bulundukları süre içinde Atatürk’ü de ziyaret ediyorlardı.
Bolu’da Nazım ve Vala Nurettin’i sıkıntılı günler bekliyordu. Şeyhlerin, ağaların ve gericilerin hakim olduğu Bolu’da eşrafın, din adamlarının daha baştan benimsemedikleri, kalpak giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmen tepki toplamıştı. En büyük şansları Bolu Ağır Ceza Mahkemesi reisliğine bakan Birinci Üye Ziya Hilmi ile kurdukları yakın dostluktu. Ziya Hilmi de bir sosyalistti ve onları himayesine almıştı.[17] Ziya Hilmi onlara Fransız Devrimi’ni anlatıyor, Lenin’den, Kautsky’den söz ediyor, Sovyetler Birliği’ni görmek istediğini söylüyordu. Nazım’ın babası Hikmet Bey’in gönderdiği Fransız İhtalali’ne dair kalın bir kitap Nazım’ın elinden hiç düşmüyordu. Spartakistlerle yaptıkları derin sohbetler de Nazım’ın usunda hep yerini koruyordu. Nazım ve Vala Nurettin okudukça yetersiz oldukları hissine kapılıyorlar ve daha iyi eğitim almak istiyorlar, bu amaçla Almanya’ya gitmeye niyetleniyorlardı. Ama bu spartakistler de sonuçta Almanya’dan geliyorlardı. Demek ki Almanya da bu anlamda kendilerine fazla bir şey veremeyecekti. Nereye gideceklerini düşünürlerken Ziya Hilmi bir öneri getiriyordu:”Komşumuzda Fransız İhtilali’nden daha büyük bir ihtilal oluyor. Almanya’ya gideceğinize hep birlikte Sovyetler Birliği’ne gidelim”[18]
Ziya Hilmi’nin etkisiyle, Moskova’ya gitmeye karar verdiler. 1921 ağustosunda Bolu’dan ayrılıp vapurla Zonguldak’a oradan da Trabzon’a geçtiler. En nihayet 30 Eylül 1921′de Batum’a vardılar.
Batum’a büyük hayallerle inmişlerdi. Emperyalizmin egemen olduğu bir ülkeden kalkıp sosyalist bir ülkeye geldikleri için herkesin kendilerine kucak açacağını hatta çiçeklerle karşılanacağını umuyorlardı. Ama bunun yerine asık suratlı memurlar ve kaba saba polislerle karşılaştılar. Hatta polis yaptığı kimlik kontrolünde Nazım’ın bir paşa torunu Vala’nın ise eski Beyrut Valisi’nin oğlu olduğunu öğrenen polisler “Siz sömürücü ailelerden geliyorsunuz, zalim valilerin oğulları ve torunlarısınız”[19] diyerek onları inandıkları düşüncelerin tam tersiyle itham bile etmişlerdi, Çok moralleri bozulmuştu. Üstelik paraları da bitmek üzereydi. Batum’da çok kısa bir süre kaldıktan sonra trenle Tiflis’e geçtiler. Tiflis’te Muhittin Birgen onları sahiplenmişti. Hatta onun sayesinde Cumhurbaşkanı Mdivani ile tanışmışlardı.
Nazım Hikmet daha Tiflis’teyken Sovyetler Birliği’nde kalmayı ve uygulanan düzeni bizzat görmeyi, yaşamayı kafasına koymuştu. 11 gün süren sefaletle dolu zorlu bir yolculuktan sonra Moskova’ya vardılar. Dönemin temiz otellerinden Lux Otel’e indiler. Devrimi desteklemek için çeşitli ülkelerden gelen komünistlerle ilişki kurdular.[20] Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) yazıldılar. Nazım Hikmet Moskova’da aile dostlarının kızı aynı zamanda kendisine yardımcı olan Muhittin Birgen’in baldızı Nüzhet Hanım’la evlendi. Moskova’da kendisine yeni bir hayat kuran Nazım boş vakitlerinde şiir yazmaya devam ediyordu. Bunlar Moskova yolunda yazmaya başladığı “Açların Göz Bebekleri” gibi farklı bir tarzda kaleme alınmış şiirlerdi. Kimi çevreler Nazım’ın Sovyet Şairi Mayakovski’nin eserlerinden etkilendiğini ileri sürdüler. [21] Nazım’ın “vezinsiz, kafiyesiz” yazılarına 1929’da ilk şiir kitabı çıktıktan sonra kimi tepkiler geldi. Nazım bu tepkileri şöyle yanıtlandırmıştı. “Şiir, roman, hikâye ve benzeri edebiyat dallarını birbirinden nispi olarak ayıran şey, şekilden çok içerik, hava, derinlik, ölçü farkı, kısacası (fikir ve duygu) alanında gördükleri iştir. Aynı olayı şiir, hikâye, roman ve sinema senaryosu başka başka ölçülerde, hava ve derinliklerde verirler. Aradaki ayrılık buradan gelir”[22]
Nazım Hikmet Rusça’yı söktükten sonra, genç Sovyet şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya’da Marinetti’nin başlattığı gelecekçilik (Fütürizm) akımının etki alanında yazan, geçmişi yadsıyarak her şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi. Nazım Hikmet Moskova’da bulunduğu dönemde devrimin birçok önderini tanıma, toplantılarına katılma ve konuşmalarını dinleme şansı da bulmuştu. Başlarda Troçki’ye hayranlık duymuştu ama onun gözündeki en önemli isim Lenin’di. Lenin onun idolü olmuştu ve tüm ömrü boyunca Lenin’e duyduğu hayranlık devam etti. Lenin’in ölümü Nazım’ı en derinden yaralayan olaylardan biri olarak hafızasında ayrı bir yer tutmuştu hatta…
Nazım Hikmet Moskova’da çok çeşitli akımların etkisinde kalmış, kendisini geliştirme fırsatı bulmuştu. Sadece edebi alanda değil fikirsel alanda da Nazım Hikmet olgunlaşma sürecine girmişti. Artık Türkiye’ye dönmek, Moskova’da öğrendiklerini Türkiye’de uygulamak, geniş yığınlara seslenmek, işçileri bilinçlendirmek istiyordu. [23] Türkiye’ye döndüğünde kendi düşüncesine mensup kişilerin Aydınlık Dergisi’nde buluştuğunu görmüştü. Hatta siyasi görüşlerinin oluşmasında büyük etkisi olan spartakistlerin de bu dergide yazdıklarını öğrenmişti. Bunun üzerine birbirinden güzel şiirlerini Aydınlık Dergisi için yazmaya başladı. Nazım’ın o dönem yazdığı şiirlerin genel teması devrim ve emperyalizm düşmanlığıydı. Doğu ile batının kavgasını, sömürülen milletlerin isyanını, emperyalistlerin halkları sömürmesini şiirlerinde ön plana çıkarıyordu.[24]
1925 Şubatında Şeyh Sait İsyanı’nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925′te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bazı gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, 1 Mayıs 1925′te yayımlanan bir bildirge dolayısıyla “Aydınlık” dergisi çevresindeki yazarların çoğu da tutuklandılar. Ankara’da İstiklal Mahkemesi’ndeki dava 12 Ağustos 1925′te sonuçlandığında, mahkemeye getirilemeyen Dr. Şefik Hüsnü, Hasan Ali (Ediz) ve Nâzım’ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği görüldü. Nazım polis tarafından aranıyordu. O dönem Nazım İzmir’de saklanmaktaydı. Amele Teali Cemiyeti’nin İzmir’deki örgütlenmesinde görev almıştı. İzmir’de Şimendifer İşçileri Cemiyeti 2. Başkanının evinde gizlenmişti. Gündüzleri hiç ışık almayan bir yerde saklanıyor, geceleri de gizli toplantılara katılıyordu.[25]
İzmir’den İstanbul’a geçti, annesinin evinde saklanmayı sürdürdü. 15 yıl hapis yatmak istemiyordu ve Türkiye’den ayrılmaya karar vermişti. Ama tanınmadan nasıl yurt dışına kaçacaktı? Annesi yetişti imdadına ve Nazım’ın polislere yakalanmaması için makyaj yaptı oğluna. Makyajla kendisini gizleyen Nazım 1925 Eylül’ünde Mühürdar kıyılarında kendisini bekleyen takacıların yardımıyla Sovyetler Birliği’ne doğru yolu çıktı.[26]
Moskova’ya döndüğünde bir yandan KUTV Üniversitesi’nde ders veriyor, diğer yandan tiyatroyla ilgileniyordu. Ertuğrul Muhsin de o sıralarda Moskova’daydı. Tiyatrodaki gelişmeleri birlikte izliyorlardı. Bu arada Vala Nurettin ile eğitimini tamamlamış ve Türkiye’ye dönme kararı almıştı. Nazım yıllardır her adımda birlikte olduğu can dostundan ayrılmak zorunda kalmıştı. 1926’da İstanbul’a dönen Vala Nurettin bir süre sonra bir iş gezisi münasebetiyle Leningrad’a geldi. Nazım atladı, arkadaşını ziyaret etmeye gitti. Sohbet esnasında 1-2 ay sonra, Gazi’nin Cumhuriyet’in 3. Yıldönümü dolayısıyla af çıkaracağını öğrendi Nazım.[27]
Bu olaylar yaşanırken Nazım asıl adı Yelena Yurçenko olan, Nazım’ın Lena olarak seslendiği bir Rus kadınla ikinci evliliğini yaptı. Nüzhet Hanım sağlık ve aile sebeplerinden ötürü İstanbul’a dönmüştü. Türk kanunlarına göre evlenmedikleri için kendisinin yasalar önünde bekar kabul eden Nüzhet Hanım İstanbul’da bir felsefe öğretmeniyle evlenmişti. [28]
Nazım’ın beklediği af çıkmış ve 15 yıllık cezası kaldırılmıştı. Ama elçilik bir türlü vize vermiyordu. O dönem İsmail Bilen de aynı durumdaydı. İkisi de aftan yararlanıp Türkiye’ye dönmek istiyorlar ama vize alamıyorlardı. Çaresiz başka bir kimlikle yurda dönmeleri gerekecekti. Önce birlikte Batum’a geçtiler, ardından da sınırı geçerek Hopa’ya yürüdüler. Rıhtımda uğradıkları bir bakkal durumlarından şüphelenerek karakola bu iki yabancıyı ihbar etti. Sorguları yapıldıktan sonra Nazım Hikmet ve İsmail Bilen Hopa Cezaevi’ne gönderildiler. İki arkadaş yargılanmak için Rize’ye gönderilmeyi beklediler. Tam beş gün Hopa cezaevinde kaldılar. Suçları sınırı pasaportsuz geçmek, başkalarının kimliğini kullanmak ve anayasayı değiştirmeye teşebbüstü. Bunlara ek olarak azınlıkları kışkırtma suçu da eklenmişti. Sanıklar Rize Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacaklardı. Türk Ceza Kanunu’nun 146. Maddesi’ne aykırı eylemde bulunduğu için Nazım’ın idamı isteniyordu.[29]
Rize’de Nazım ilk kez hakim karşına çıkmıştı. Ondan önce veriler tüm cezalar gıyabında verilmişti. Mahkeme pasaportsuz sınırı geçmek suçundan üç gün hapsine başka bir suçtan mahkûmiyetlerinin olup olmadığının araştırılması için İstanbul’a gönderilmesine karar verdi. Elleri kelepçeli bir halde İstanbul’a gelen Nazım İstanbul savcısı tarafından sorgulandıktan sonra tevkifhaneye gönderildi. 1928 yılının Ekim ayının ikinci haftasında yargılamanın Ankara’da yapılması kararlaştırıldı. Duruşma uzun sürdü. Aralık ayının 22’sinde son celsede Nazım’ın tahliyesine karar verildi ve dört aylık tutukluluk dönemi de son bulmuş oldu.[30]
Nazım İstanbul’a döndüğünde işsiz bir devrimciydi. Babası da Nazım Hikmet’in komünistliğinden ötürü işten çıkartılmış ve Kadıköy’de Süreyya Paşa Sineması’nın müdürlüğünü yapıyordu. Nazım iş bulmak için birçok yere başvurmuş ama geri çevrilmişti. Kadim dostu Vala Nurettin’in devreye girmesiyle İstanbul’da Zekeriya Sertel’in çıkardığı “Resimli Ay” dergisinin yazı kadrosuna katıldı. Nazım, Resimli Ay’da çalışırken 1929’da “835 Satır” isimli kitabı yayınlandı. Birkaç ay sonra karısı Lena’nın ölüm haberini aldı. Daha da şiire vurdu kendisini. Bir süre sonra Moskova’da tanıdığı Çinli Komünist şairden esinlenerek “Jokond ile Si-Ya-U adlı kitabı yayınlandı. Nazım’ın hayranları sesini çok merak ediyorlardı. Sahibinin Sesi Columbia firması Nazım’ın kendi sesiyle şiirlerini okuduğu bir plak hazırladı. “Bahri Hazer” ve “Salkımsöğüt” plağa alındı. Hatta bu plağı bir gün Atatürk de dinlemek istedi. Şiirleri dikkatle dinleyen Atatürk çevresindeki diğer edebiyatçılara “Bu şair sizlere benzemiyor” dedi. “Kendisini yakından tanımak isterim, bulup getirsinler” dedi. Bunun üzerine Nazım’ın evine giden polis bu talebi iletse de şair “Ben deniz kızı Eftelya değilim” diyerek reddetti. Bu davranışa tepki göstermesi beklenen Atatürk tam tersi bir reaksiyonla “Aferin çocuğa” dedi, “İşte şair dediğin böyle olur”[31] demişti.
Nazım İstanbul’da tiyatroya ve sinemaya da büyük ilgi duymaya başlıyor tiyatro oyunları da yazmaya başlıyordu. O yıllarda Nazım babasını kaybetmiş ve iç dünyasına kapanmıştı. Babası ölüm döşeğindeyken müdürlüğünü yaptığı Süreyya Sineması’nın sahibi Süreyya Paşa’nın yatağın başına gelip para hesapları sorması üzerine Nazım Hikmet çok sinirlendi ve o hırsla “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübeyi Kalemiye” adlı şiirini yazdı. Şiir “Gece Gelen Telgraf “adlı kitapta yer aldı. 1933 Martında kitap yasaklandı. Nazım Hikmet komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Üstüne üstlük eski İstanbul Milletvekili Süreyya İlmen kitaptaki şiirlerde babasını hakaret edildiği iddiasıyla dava açtı. İki dava birleştirildi. Duruşma devam ederken Nazım Bursa Cezaevi’ne gönderildi.[32] Süreyya Paşa’nın açtığı davada Nazım 12 ay hapse ve 500 lira tazminata mahkûm oldu. Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla açılan dava ise 1933 yılı Kasım ayında başladı ve oldukça uzun sürdü. Sonuçta Nazım’ın dört yıl hapsine karar verildi.
Nazım 16 ay hapis yattıktan sonra Cumhuriyetin 10. Yılı dolayısıyla çıkartılan bir aftan yararlanarak 1934 Ağustosu’nda özgürlüğüne kavuştu. Fakat bu da uzun sürmedi 1935’te yine kısa bir süre için hapse atıldı.[33] Nazım’a artık dışarıda huzur yoktu. Polis her an izliyordu tüm yazdıkları didik didik inceleniyordu. O baskı altındaki yıllardaki en büyük mutluluğu çok sevdiği Piraye ile 31 Ocak 1935’te evlenmeleriydi. Nazım cezaevindeyken soyadı kanunu çıkmıştı. Nazım’ın da bir soyadı alması gerekiyordu. Nazım Piraye’ye bir soyadı seçmesini kendisinin de aynı soyadını alacağını söyledi. Bunun üzerine Piraye “Ran” soyadında karar kıldı. Nazım da aynı soyadını kabul etti.[34]
1938’de Nazım bilmediği bir suçtan ötürü evinden alındı ve Ankara cezaevine konuldu. 1950 yılında af edilip çıkana kadar hapiste geçireceği süreç böyle başlamıştı. İddia şuydu. Harp Okulu’nda yatakhanelerde yapılan bir aramada bir öğrencinin yatağının altında Nazım Hikmet’in kitaplarından biri bulunmuştu. Kitap yasaklı bir kitap değildi, kitapçılarda satışı serbestti ama bu durum Nazım Hikmet’in ordu içinde komünizm propagandası yapması olarak görüldü ve dava konusu yapıldı. Harp Okulu’nda yapılan bir soruşturma da A. Kadir ve Ömer Deniz isimli iki öğrenci Nazım Hikmet’le temasta oldukları gerekçesiyle tutuklandı.[35] Mahkeme Nazım’ı 15 yıl hapse mahkûm etti. Nazım bu 15 yıl mahkûmiyet kararını hiç içine sindiremiyordu. Askeri yargıtayın iki üç aya kadar temyiz başvurusunu uygun görüp kararı bozacağı umudunu taşıyordu. Ama temyiz umutları da boş çıktı.
Nazım askeri cezaevinde kalıyordu. İnadına ve sürgün şeklinde cezasını çekmek üzere Sinop ya da Diyarbakır cezaevine de gönderilebilirdi. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya mektup yazarak cezasını Ankara’da ya da İmralı’da çekmek istediğini belirtti. Temyiz kararının kesinleşmesinden sonra Nazım askeri cezaevinden alınıp Ankara Cezaevi’ne gönderildi.
Nazım’ın çilesi bitmiyordu. Askeri savcılık yeni bir olaya daha el koydu. Donanmadaki bazı astsubayların dolaplarında Nazım Hikmet’in kitapları bulunmuştu. Bu astsubaylar bir grup siville birlikte Deniz Komutanlığı Mahkemesi’ne verilmişti. Mahkeme Marmara’da Silivri’nin karşısında demirlenen bir savaş gemisindeydi: “Erkin Gemisi” . Bunun üzerine Nazım Hikmet Erkin Gemisi’ne gönderilmişti.[36] Nazımla birlikte aralarında Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı gibi isimlerin bulunduğu 30 solcu da Erkin’e kapatılmıştı.
Erkin’de geçen günler çok çetindi. Nazım donanma personeli arasında muhtemel bir ayaklanmayı kışkırttığı iddiasıyla çıktığı mahkemede suçlu bulundu ve 20 yıl hapisle cezalandırıldı. 15 yıl da Harbiye olayından mahkûmiyeti düşünülünce cezası 35 yıla çıkmıştı. Ancak ceza kanunun bazı maddelerine göre iki mahkûmiyet birleştirilmiş ve ceza 28 yıla indirildi. Nazım cezasını çekmek üzere İstanbul Cezaevi’ne gönderildi. Nazım’ın son umudu temyizdi. Bu arada aile dostları Şükrü Kaya’ya ulaşmış yardım istemişler; Kaya da Nazım’ın Atatürk’e bir mektup yazıp yardım istemesini önermişti. Yazdı da… Ama Atatürk’ün hastalığından ötürü mektup kendisine ulaştırılamadı. Nitekim bir süre sonra Nazım’ın cezası da Yargıtay tarafından onaylandı. Nazım İstanbul cezaevindeyken tüberküloz sebebiyle rapor aldı ve kendisine hastalık mazeretiyle altı aylık ev izni verildi. Ancak bu izin sırasında dışarıda görülünce kendisini izleyen subaylar tarafından ihbar edildi. Yeniden sağlık kontrolünden geçirilmesine karar verildi. Ama bu sefer verilen raporda tüberküloza rastlanmadığından Nazım yeniden cezaevine kondu. Kısa bir süre sonra ailesine yakın olma şansından da mahrum oldu Nazım, zira Çankırı Cezaevi’ne gönderilmişti.
Çankırı Cezaevi’nde müdürle arası oldukça iyiydi. Ama ailesi onun Bursa’ya nakledilmesini istiyordu. 1940 yılının sonlarına doğru Nazım Hikmet geri kalan tutukluluğunun tümünü geçireceği Bursa Cezaevi’ne nakledildi. Bursa, İstanbul’a daha yakın olduğundan ailesinin ziyaretleri daha sıklaşmıştı. Hatta karısı Piraye Bursa’ya yerleşmeyi düşünüyordu. Nazım bu yıllarda eşinin geçimini sağlayabilmek için çaba sarf ediyordu. Sürekli dışarıdan kendisine çevirmesi için kitaplar geliyordu. Çevirmen olarak imzası yer almıyordu ama çeviri işlerinden kazandığı parayı Piraye’ye gönderiyordu. [37] Bu dönem Nazım’ın eşi Piraye’ye yazdığı şiirler günümüzde bile hala büyük ilgiyle okunmakta ve hatta şarkılaştırılmaktadır:
En güzel deniz:
Henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
Henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
Henüz söylememiş olduğum sözdür…(24 Eylül 1945) [38]
Ancak hapiste geçen zor yıllar, ayrılık, ekonomik sıkıntılar üst üste geliyor ve Piraye’yle boşanmaya karar veriyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir özgürlük havası esmeye başlamıştı. İstanbul’da Nazım’ı seven aydınlar şairin haksızlığa uğradığını dillendirmeye ve imza toplamaya başlamışlardı. Üniversiteli gençler de bu amaçla “Nazım Hikmet” adında bir dergi yayınlıyordu. Nazım’ın annesi elinde “Nazım’ı kurtarın” yazan bir pankartla sokaklarda dolaştı. Bir anda Nazım’ın durumu Türkiye’nin en önemli meselesi haline geldi. Olay yurt dışına da yansıdı ve “Milletlerarası Hukukçular Örgütü” Nazım’ın durumunu incelemek üzere Türkiye’ye bir heyet göndereceğini açıkladı. Kamuoyunda zor duruma düşmekten çekinen İnönü yönetimi kamuoyunu oyalamak için Nazım’ı Bursa’dan İstanbul’a getirdi ve tedavi edilmek üzere Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırdı. Ama bu Nazım’ın özgür bırakılması yolunda ülkede başlayan hareketi yavaşlatmadı, bilakis daha da güçlendirdi.[39]
Nazım yine bir af umuduyla bekleyişe başlamıştı. 1950 yılının Mart ayının son günlerinde meclis yeni bir af konusu görüşecekti. Nazım umutlu değil ama yine de iyimser olmaya çabalıyordu. Af çıkmadı ve bunun üzerine Nazım hakkını aramak ve sesini duyurmak için açlık grevi yapmaya karar verdi. Nazım’ın grev kararı gazetelerde çok geniş yer aldı. Açlık grevinin durdurulması ve Nazım’ın affedilmesi için ülkenin birçok aydınının imzaladığı bir dilekçe Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye ve Başbakan Şemsi Günaltay’a verildi. Bu arada Nazım Hikmet’in avukatı Mehmet Ali Sebük de çalmadık kapı bırakmıyordu. 7 Nisan akşamına kadar Ankara’dan olumlu bir yanıt gelmemesi üzerine Nazım açlık grevine başladı. Gerek cezaevi müdürü gerekse doktorlar kendisini vazgeçirmeye çalıştılar ama Nazım kararlıydı. Ertesi gün kahvaltıya gitmeyerek greve başladı. Ama akşama doğru avukatının Ankara’daki temaslarının iyi geçtiğini bildiren telgrafı geldi cezaevine. Herkes bu olumlu haber üzerine Nazım’ı grevi ertelemesi için ikna ettiler.[40]
Ankara’dan bir türlü istenen haber gelmediği için Nazım 2 Mayıs 1950’de yeniden açlık grevine başladı. Yalnız su ve sigara içiyordu. O günlerde seçimler yeni bitmişti. CHP seçimleri kaybetmişti ve yeni hükümet henüz kurulmamıştı. Yani bu belirsiz ortamda zaten bir sonuç çıkması imkânsızdı ama Nazım açlık grevine devam ediyordu. Nazım’ın harareti artıyor, kanı şişiyordu.[41] 12 gün sürdü Nazım’ın açlık grevi. Nazım Hikmet’in ölmesinden korkan dostları toplanmışlar ve vazgeçmesini teklif etmeye ve bu taleplerini basında da duyurmaya karar vermişlerdi. Nazım uzun süre karşı çıkmış ama en nihayet ikna edilmişti.
Bu arada Cumhurbaşkanlığına Celal Bayar, başbakanlığa ise Adnan Menderes gelmişti. Yeni hükümet af tasarısını haziran ayı sonunda meclise verdi. Nazım’ın af kapsamının dışında tutulmasını isteyenler de oldu. Hatta Milli Talebe Federasyonu 5000 imzalı bir dilekçeyle hükümete başvurmuştu.[42] Sonunda hükümet af kapsamına girmeyenler cezasının üçte ikisinin kaldırılması yoluna gitti. Nazım da cezasının üçte ikisini çektiği için özgürlüğüne yeniden kavuşabilecekti. Yasa 15 Temmuz 1950’de Resmi Gazete’de yayınlandı. Nazım özgürlüğüne kavuşmuştu.
Nazım İstanbul’da özgürlüğüne alışmaya çalışıyordu. Ama polisler kendisini takip etmeyi bırakmamıştı. Nazım polislere bir koz vermemek için çok temkinli davranıyordu. Bunun üzerine başka yollar denendi. Bir gece sinemadan çıkıp evine giderken bir otomobil kazasında kurban oluyordu. Bu suikast girişimini şans eseri atlatan Nazım’ın evine balıkçı kıyafetinde birini gönderip ülkeden kaçmayı önerdiler.[43]
Nazım 49 yaşındaydı. Tahliye olalı daha üç ay olmuştu. Bu sefer askerliğini yapmadığı gerekçesiyle yine polis tarafından evinden alınmıştı. Askerlik şubesine giden Nazım’a silah altına alınacağı söylendi. Sağlık sorunları olduğunu söylemesine rağmen direkt Selimiye’ye gönderildi. Selimiye’de bir subaydan kendisinin Zara’ya gönderileceğini öğrendi. Bu bir anlamda iki yıllık askerlik hizmeti görüntüsü altında bir sürgün anlamına gelecekti. Kendisine hazırlıklarını tamamlaması için bir hafta izin verildi.
Bu arada Varşova’da toplanan Dünya Barış Kongresi’nde Picasso, Neruda ve Robeson ile birlikte Nazım’a da Barış Ödülü verilecekti. Nazım Hikmet pasaport alabilmek için başvurdu ama alamadı.[44] Aynı günlerde Nazım ilk defa baba olmanın mutluluğunu da yaşamıştı. Mahkemenin Piraye ile boşanma kararını resmen açıklamasından 3 gün sonra Münevver kendisine bir oğlan dünyaya getirmişti. Nazım baba olmanın mutluluğunu yine şiirle ifade etmişti:
Anası bir oğlancık doğurdu bana;
Kaşsız, sarı bir oğlan,
masmavi kundağında yatan
bir nur topu, üç kilo ağırlığında.
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Korede,
sarı ay çiçeğine benziyorlardı.
Makartır kesti onları,
gittiler ana sütüne bile doymadan
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman
çocuklar doğdu Anadolu&da,
mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi.
Bitlendiler doğar doğmaz
kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden.
Benim oğlan
benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmıyacağım,
ama harikulâde bir beşik olacak dünya,
siyah,
beyaz,
sarı
bütün çocukları
sallıyan
mavi atlas döşekli bir beşik.[45]
Askerlik Şubesi’nden ses çıkmamıştı. Nazım vazgeçtiklerini düşünürken bir gün yine kapısı çalındı ve askerlik şubesinden gelenler aynı gün birliğine teslim edileceğini söylediler. Muayenede sağlam olduğuna bir kez daha karar verildi. Ancak görevliler kendisine anlayışlı davranıp on gün izin verdiler. Nazım kararını vermişti; Türkiye’den kaçacaktı. Dostlarının yardımıyla 17 Haziran Pazar günü motorlu bir tekneyle Türkiye’den ayrıldı. Tekne Karadeniz’e doğru ilerlerken karşılarına çıkan Plekhanov isimli bir Rumen yük gemisine sığındı. Nazım’ın Türkiye’den kaçtığını ilk kez 20 Haziran’da Bükreş Radyosu duyurdu. Ertesi gün de Cumhuriyet Gazetesi manşetindeydi haber.[46]Romanya’da büyük ilgi gören Nazım ardından Moskova’ya geçti. 23 yıl önce ayrıldığı Moskova’da da sevgi gösterileriyle karşılandı.
Nâzım Hikmet, 25 Temmuz 1951′de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Eşinin oğluyla birlikte Nazım’ın yanına gidebilmesine, yurt dışına çıkmalarına izin verilmedi. Nazım artık birçok uluslararası kongreye davet ediliyordu. Yapıtları birçok dile çevriliyor ünü tüm dünyaya yayılıyordu.
Nazım geçen süre içerisinde Sovyetler Birliği’nin çok değiştiğini görüyor yeni halini yadırgıyor, eleştiriyordu. Hatta izlediği oyunların sonunda söylenen “Stalin güneşimizdir” sözünü eleştiren Nazım’ın konuşması üzerine Stalin ile buluşması iptal edildi. Onun yerine Malenkov tarafından kabul edildi.[47]
Nazım Berlin’de Dünya Gençlik Festivali’ne katıldı. Bulgaristan’daki a gitti oradaki Türklere sosyalizmi anlattı. Bu geziden bir ay kadar sonra Viyana’da yapılan Dünya Barış Kongresi’ne davet edildi. Kongrede devrimci yazarlar Louis Aragon, Frédéric Joliot-Curie, Pablo Neruda, Eugene Cotton, Jorge Amada, İlya Ehrenburg ve Moskova’dan arkadaşı Çinli devrimci Emi Siao (Sİ-YA-U) ile karşılaştı. Arkasından Prag’a giderek Uluslararası Barış Ödülü’nü aldı. 1952′de Berlin’de Kore Savaşı’na karşı bir toplantıya katılan Nazım hükümetinin asker göndermesini kınıyordu. Aynı yıl Viyana’da bir barış kongresinin açılış konuşmasını da yine Nazım Hikmet’in yapması isteniyordu. 1952 yılı sonunda Nâzım Hikmet artık Dünya Barış Konseyi’nin yönetici kadrosundaydı. Dedesinin Polonyalı Borzenski Ailesi’ne mensup olmasından ötürü Nazım’a Polonya pasaportu verildi.
1952′de göğsündeki ağrılar yüzünden Barvikha Sanatoryumu’na yatırıldı. Galina Grigoryevna Kolesnikova adında genç bir doktor kızla ilişki yaşadı bu süre içinde. Hastaneden çıkınca birlikte yaşamaya karar verdiler. Dr. Galina şairin özel doktoru olarak görevlendirilmişti. Galina her yere Nazım’la birlikte gidiyordu. Bu yoğun dönemini sağlık sorunu olmadan geçirmesinde Nazım en büyük desteği doktoru ve sevgilisi Galina’dan alıyordu.
1955′te Helsinki’de yapılan Dünya Barış Kongresi’ne katılan Nazım, bir kez daha Dünya Barış Konseyi’nin yönetici kadrosuna seçildi. Artık Nazım’ın savaş karşıtı şiirleri besteleniyor ve dünyaca ünlü şarkıcılar tarafından söyleniyordu.
Moskova’daki günlerinde Nazım son büyük aşkı Vera’yla tanışıyordu. 1958’de Nazım Hikmet Paris’e gitti. Zira en yakın dostlarından ressam Abidin Dino da Paris’te yaşıyordu. Bir süre Paris’teki komünist hareketi izledi. Ardından yeniden Moskova’ya döndü. 1960 sonbaharında Vera ile hayatını birleştirdi. Vera’yla birlikte yeniden Paris’e giden Nazım buradan Fidel Castro’ya Barış Ödülü’nü vermek üzere Küba’ya geçti.
Nazım dünyanın dört bir tarafından aldığı davetler alıyor gittiği her yerde konuşmaları büyük ilgi görüyor imza günlerinde tüm kitapları tükeniyordu. Kahire, Mısır, Prag, Berlin’de birçok toplantıya katıldıktan sonra yeniden Moskova’ya döndü.
Nazım son günlerinde ölüm fikrine çok fazla yoğunlaşmıştı. Eşi Vera ile yaptığı konuşmalar hep ölüm üzerineydi. Sanki hissediyordu Nazım günlerinin sayılı olduğunu. .. Hatta 1959 Haziranında “Giderayak İşlerim Var Bitirecek” diye başlayan şiirini yazmıştı. Ölümünden birkaç gün önce yazdığı bir şiirde evden nasıl çıkarılıp nasıl gömüleceğini anlatıyordu. İsteği, Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmekti: “Başım ucunda bir çınar ağacı varsa, taş maş da istemem” diyordu şair son şiirlerinden birinde.[48]
3 Haziran 1963 günü geçirdiği kalp krizi neticesinde hayatını kaybetti.
Yazarlar Birliği’nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı’na gömüldü.
Eserleri:
Şiirler: 835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930-Nail V. ile), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Saat 21-22 Şiirleri (1965-Baskıya hazırlayan. M.Fuat), Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-1967-Bas. Haz. M.Fuat, 5 Cilt), Rubailer (1966-Bas. Haz. M. Fuat), Dört Hapishaneden (1966-Bas. Haz. M.Fuat), Yeni Şiirler (1966-Bas. Haz. Dost Yayınevi), Son Şiirleri (Bas. Haz. Habora Kitabevi), Tüm Eserleri (1980-Bas. Haz. A. Bezirci, 8 Cilt)
Oyunlar:Kafatası (1943), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan Adam (1935), İnek (1965), Ferhat ile Şirin (1965), Enayi (1965), Sabahat (1966), Yusuf ile Menofis (1967), İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu (1985).
Romanlar: Kan Konuşmaz (1965), Yeşil Elmalar (1965), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1966).
Yazılar: İt Ürür Kervan Yürür (1936-Orhan Selim takma adıyla), Alman Faşizmi ve Irkçılığı (1936), Milli Gurur (1936), Sovyet Demokrasisi (1936).
Mektuplar: Kemal Tahir’e Hapishaneden Mektuplar (1968), Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar (1968), Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar (1970), Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları (1986-Adalet Cimcoz’la Mektuplar, Haz. Ş. Kurdakul), Piraye’ye Mektuplar (1988).
Masallar: La Fontaine’den Masallar (1949-Ahmet Oğuz Saruhan adıyla), Sevdalı Bulut (1967)
Dipnotlar:
[1] Nazım Hikmet Kültür Ve Sanat Vakfı resmi internet sitesi, http://www.nazimhikmet.org.tr/yasam_oykusu.asp, erişim tarihi 15.01.2013
2 Özgür Çilek, Nazım’ın Gen Haritası, Hürriyet Gazetesi, 18.02.2001
3 Kemal Sülker, Nazım Hikmet’in Gerçek Yaşamı - 1902-1928 , Yalçın Yayınları, 1.Basım, İstanbul 1987, s.38
4 Zekeriya Sertel, Mavi Gözlü Dev – Nazım Hikmet Ve Sanatı, Cem Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 16
5Sülker, a.g.e, s. 44
6 Sertel, a.g.e., s. 17 (Nazım Hikmet’in ilk şiiri şöyleydi: “Yanıyor yanıyor müthiş tarrakalar. Çekiyor, ağuşuna bu advi beşer, haneler, fakirler, yetimler…)
7 Sertel, a.g.e., s. 17
8Sülker, a.g.e., s. 50
9Sülker, a.g.e., s.53
10Sülker, a.g.e., s.54
11Sülker, a.g.e., s.68
12Hıfzı Topuz, Hava Kurşun Gibi Ağır- Nazım Hikmet’in Romanı, Remzi Kitabevi, 10. Basım, İstanbul, Ağustos 2011, s. 25 (Sonradan öğrendiler, Yusuf Ziya İngilizleri tutan Refi Cevat’ın Alemdar Gazetesi’nde edebiyat sayfası düzenlediği, Faruk Nafiz de Damat Ferit Paşa’dan nişan aldığı için geri çevrilmişlerdi)
13 Topuz, a.g.e., s.32-33
14Topuz, a.g.e., s.25 (Sonradan anlaşıldı. Meğer Nazım ve Vala’nın yazılarını ve şiirlerini beğene