Romalı düşünür ve yazar Seneca, yüzyıllar önce “Bonis nocet, qui malis parcit.” demiş.
Yani, “Kötüleri affeden, iyileri cezalandırır.”
Seneca bu sözü neden söyleme gereği duymuş acaba?
Belki de bizzat eğitimini üstlendiği, ama sonradan kendisinin ölümüne hükmeden öğrencisi, imparator Neron için sarf etmiş bu cümleyi.
Kim bilir?
***
Gerçekten de kötüyü affeden iyiyi cezalandırmış olur mu?
Bence evet.
Kötü hoş görülürse; iyi, takdir edildiğini hissetmez.
Bir “kötü”nün cezasız kalması, diğer kötüleri yüreklendirir.
Ve “kötü”nün prim görmesi, “iyi”yi demoralize eder, küstürür.
İyi köşesine çekilir, meydan kötüye kalır…
***
Seneca’nın bu yaklaşımı beni birkaç yıl öncesine götürdü.
Atina’da verdiğim bir konferansta, sevginin, saygının, hoşgörünün “tükenebilen kavramlar” olduğunu öne sürmüş ve eklemiştim…
“Aman, kendinizi israf etmeyin.”
Konferansımı dinlemeye gelen, felsefeye meraklı Yunan dinleyicilerle saatlerce bu konuyu tartışmıştık.
***
İsrafın nesnesi madde değildir her zaman.
Parasını israf etmez sadece insan.
Duyguların da, ruhun da israfı vardır.
Hatta kişiliğini bile israf edebilir insan…
Ve her israfın sonu “iflas”tır.
Sevgisini, saygısını hoşgörüsünü israf eden insan, benlik sermayesinden yemeye başlar.
Son tahlilde, kendisine duyduğu sevgiyi, saygıyı, toleransı yitirir.
Tükenir…
Biter…
Dibe vurur…
***
Saygıyı hak etmeyen insanlara saygı gösterdiğimizde…
Sevilmeyi hak etmeyenlere sevgimizi verdiğimizde…
Aynı hatayı yine yapacağını bildiğimiz birisine tolerans gösterdiğimizde…
Ya da değerini bilmeyecek birisine yardımcı olduğumuzda…
Verdiğimiz değeri “israf etmiş” oluruz.
Hatta bununla da kalmaz, tüm bu güzel yaklaşımları fazlasıyla hak edenlerin hakkını yeriz.
Yani kötüyü affederken, iyiyi cezalandırırız.
Ya da bir başka deyişle, yanlışı fark etmeyerek, doğruyu gözden kaçırırız.
***
Sizi bilmem, ama bazı nasihatleri afyona benzetirim ben.
Güler geçerim.
Neymiş?
“Sana bir tokat atana diğer yanağını uzat.”
“Sana taş atana, gül ver.”
“İncinsen de incitme.”
Din kültürü, ahlak bilgisi kitaplarından fırlamış “caf caflı” ve ütopik öğretilerdir bunlar.
Gerçek dünyadan kopuktur.
Uyuşturur insanları.
Adeta peygamberlere öykünmeleri beklenir insanların.
Boşa diskur çekmekten öteye geçmez bu söylemler.
***
İşte bu noktada, gerçekçi bilge duruşuyla haklı çıkar Seneca.
Kötülüğü affetmemek…
Cezalandırmak değil belki, ama affetmemek…
Hem affetmemek zaten en büyük ceza değil midir, anlayana...
Seneca’nın söylediği, ya da bence anlatmak istediği; aptalca, enayice iyilik afyonu yutmamak.
Tokat atana aynı şiddette bir tokat atmak değil…
Atılan taşa aynı taşla yanıt vermek değil.
Kötüye kötülüğünü iade etmek hiç değil.
Ama unutmamak.
Yani, akıllı davranıp bir daha aynı hatayı yapmamak…
Yanlışı sineye çekmek olgun insanlara mahsus bir erdemdir.
Ama yanlışı unutmamak; işte o, ancak akıllı insanların harcıdır.
***
Bilindik bir öyküdür…
Bilge adam öğrencisine bir ders vermek ister.
Pırıl pırıl parlayan bir taşı avucunun içine koyar ve “git bunun fiyatını öğren gel” der.
Çocuk elinde gizemli taşla birçok dükkana girer çıkar.
Terzi bakar taşa, “belki diktiğim bir elbiseye süs yaparım” der yüz lira teklif eder.
Bakkal bakar, “masanın üzerine koyayım belki almak isteyen çıkar” der 10 lira teklif eder.
Kasap “işime yaramaz ama veririm çocuğa oynar” deyip 1 lira teklif eder.
Son olarak girdiği kuyumcu taşa hayran olur ve bir servet teklif eder, kendisine satması için dakikalarca dil döker…
Çocuk kafası karışmış bir şekilde hocasının yanına geri döner ve yaşadıklarını aktarır.
“Nasıl olur da aynı taşa herkes bu kadar farklı değerler biçebilir hocam?” diye sorar…
Gülümser hocası.
“Bir şeyin kıymetini ancak değerini bilen anlar.”
Ve ekler: “Her şey, değerini bilenin yanında kıymetlidir."
***
Saygı, sevgi ve hoşgörü de, hikâyedeki çocuğun elindeki taştan farksızdır aslında.
Değer, gerçekten anlamını bilenlere sunduğumuz zaman değerlenir.
Kimse kimseyi sebepsiz sevmez.
Ya da saygı duymaz.
Ya da hatasını tolore etmez.
Talep edilmez değer, hak edilir.
Ve hak eden de, ancak hak ettiği oranda nasiplenir.
Değmeyecek insanlara müsrifçe değer saçtığımızda; bir anlamda kötüyü affeder, iyiyi cezalandırırız.
Değecek insanlardan esirgemiş oluruz.
Gerçekten hak edene mağduriyet yaşatırız bir anlamda…
***
“İnsan ne zaman olgunlaşır?” diye sormuştu Atina’daki konferansımda bir Yunan dinleyici.
“Kahramanlarının sayısını en aza indirgediğinde” diye yanıt vermiştim.
Çocukken, hepimizin gönlünde bir sürü kahraman yatar.
Hayranı olduğumuz “idol”lerimizi yerlere göklere sığdıramayız.
Gelişme, olgunlaşma dediğimiz şey, bu kahramanların çoğunun, hiç de gözümüzde abarttığımız kadar “yüce” olmadıkları gerçeğiyle yüzleşmemizdir aslında.
Bu süreci yaşayamayanlar sürekli hayali kahramanlarının peşinden gitmeye devam ederler.
Buzdan heykelleri totem yaparlar, eridiklerini görmek istemezler.
Olgunlaşma, zamanında hayranlık duyduğumuz kimselerin aslında bizden çok da üstün olmadıklarını fark ettiğimizde başlar.
Yanlışı doğrudan; kötüyü iyiden ayırma yetisi o zaman oluşur.
O zaman us ve gönül terazimizin kefelerinin ayarını yapabiliriz.
Ve hak edene, hak ettiği oranda değer vermeye başlarız.
***
Seneca’nın yaklaşımının benzerini Amerikalı yazar Paul Auster’dan okumuştum.
Şöyle diyor Auster: “Hayatın matematiğinin farklı olduğu hep sonradan anlaşılıyor. Ve anlıyor ki insan; değer vermek yalnızca matematikte işe yarıyor.”
Değer, ağır bir duygu.
Onu gerçekten taşıyabilecek olana vermek lazım.
“İnsan, en büyük hatayı birisine gereğinden fazla değer verdiği zaman yapar.” diyor Charles Bukowski.
Çok doğru.
Saygısının, sevgisinin suistimal edildiğini fark etmek, en büyük pişmanlıktır insan için.
Her şeyi affeder de insan, kendi aptallığını tolore edemez asla.
Evet, Seneca haklı; kötüyü affederken, iyiyi cezalandırır insan.
Ama gelin görün, kendisini affedemez.
Yani, cezalandırdığı da, yine kendisidir son tahlilde.
Zira değmeyecek insanlara değer verdiğinde; insan kendisini değersizleştirir aslında.