Bazen sorguya çekeriz kendimizi…
Geçmişimizi…
Yaptıklarımızı…
Yapamadıklarımızı…
Yapmaya cesaret edemediklerimizi…
Söylediklerimizi…
Söyleyemediklerimizi…
Pişmanlıklarımızı…
Ve hatta aptallıklarımızı…
***
Bir mahkeme kurulur sisli geçmişimizde…
Bazen davacı oluruz...
Bazen de davalı…
Bazen savcı olur suçlarız kendimizi…
Bazen avukat olur, haklılığımızı ispat etmeye çabalarız…
Bazen de hakim kürsüsüne geçip hüküm açıklarız kendimize dair…
Kimi zaman kıyamaz; beraat ettiririz benliğimizi…
Ama çoğu zaman kırılır kalem elimizde…
Kendi çarmıhınızı kendi ellerimizle dikeriz…
***
Bir dostumun gönderdiği videoyu izliyorum günlerdir…
Durmadan, bıkmadan, usanmadan…
Bir daha, bir daha, bir daha…
Ve her dinleyişimde değişiyor üzerimdeki cübbe…
Her seferinde yeniden kuruluyor o malum mahkeme…
***
Aykut Gürel’in “Aşk İçin Önsöz” albümünün sunumunda çekilmiş bir video(*)…
Arkada, Aykut Gürel ve orkestrası çalıyor…
Ve oyunculuk yeteneği kadar puslu sesiyle de devleşen Selçuk Yöntem “Şimdi Biliyorum” isimli şiiri okuyor…
Bir şiir böyle mi mükemmel olabilir?
Ve böyle mi mükemmel okunabilir?
Fransız Sineması’nın unutulmaz ismi Jean Gabin’in meşhur ettiği “Maintenant Je Sais” şarkısının çevirisi Selçuk Yöntem’in okuduğu “Şimdi Biliyorum” şiiri…
***
Hayatın her gün yeni bir şeyler öğrettiğini anlatıyor şiir…
Ve hiçbir zaman asla “biliyorum” diyemeyeceğini insanın…
Şairin “şimdi biliyorum” dediği ise şey ise aslında sadece bildiğini sanıyor olmanın yanılgısı…
Yani bilmediğini bilmenin itirafı…
“Bildiğim yegâne şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyen Sokrates gibi…
***
“Bacak kadar bir çocukken
Adam gibi görünmek için çok yüksek sesle konuşurdum
Ve derdim ki: “biliyorum, biliyorum, biliyorum, biliyorum…
Ve bugün dönüp baktığımda
Bolca mekik dokuduğum dünyaya bakıyorum
Ve hâlâ nasıl döndüğünü bilmiyorum…” diyor şarkının çevirisini okurken Selçuk Yöntem…
Biraz ironi, biraz özeleştiri aslında…
Dünyanın üzerinde yaşayıp da dünyaya dair hiçbir şey bilmemek…
Ya da hayatı cömertçe ama bir şey bilmeden, öğrenmeden tüketmek…
***
Bilmek için öğrenmek gerek…
Her şeyi…
Hayatı da, insanları da…
Keşke bir kitabı olsaydı hayatın değil mi?
Yapmamız gerekenleri öğretseydi bize.
Mutluluğun, bilgeliğin o gizli formülünü verseydi…
Ne yazık ki yok böyle bir kitap…
Tek bir yolu var hayatı öğrenmenin…
Deneme, yanılma…
Denedikçe yanılıyoruz…
Yanıldıkça öğreniyoruz…
Ve ne yazık ki öğretmeni de yok hayatın…
Hatalarımız, acılarımız, yediğimiz kazıklar en büyük öğretmenlerimiz hayat okulunda…
Ve ödediğimiz bedeller oranında öğreniyoruz hayatı…
***
“Tüm gençliğim boyunca, biliyorum demek istedim.
Ne var ki ne kadar çok aradıysam o kadar az biliyordum.
Saat 60’a geldi.
Bense hâlâ penceremdeyim, bakıyorum ve sorguluyorum…” diyor şair…
Ve şair gibi, 60 yaşına geldiğinde bile insan hala hayatı seyrediyor ve sorguluyor…
“Artık biliyorum” dese bile aslında hiç bilmediğiyle yüzleşiyor…
***
Gün geliyor, haksızlığa uğruyoruz…
Gün geliyor, en yakın dostumuzun ihanetiyle yüzleşiyoruz…
Gün geliyor zamanında büyük değer verdiğiniz birisinin bu değerin zerresini bile hak etmediğini görüyoruz…
Bazen hep sevgiyle baktığınız bir yüzün maskesiz halini görüyor, şaşırıyoruz …
Bazen hep yardımına koştuğunuz insanların nankörlükleri tokat gibi iniyor suratımızın tam ortasına…
Sevgimizi, saygımızı, hoşgörümüzü nasıl bol keseden israf ettiğimizi fark ediyoruz…
Ve bazen kendimizi aptal yerine konmuş hissediyoruz…
***
Belki yaşarken kızıyoruz, isyan ediyoruz hatta…
Ancak yıllar sonra fark ediyoruz bize kattıklarını…
Çünkü hayat, dersini hayal kırıklıklarıyla veriyor.
Mutluluklar çabuk unutuluyor…
Ama pişmanlıklar bir dere yatağı gibi yer ediyor içimizde…
Hep yeni nehirler akıyor açılan o yatakta…
Ve her akan yeni nehir bir şeyler koparıp gidiyor bizden…
***
Şöyle diyor o büyüleyici şiirinde şair:
“Hayat, aşk, para, arkadaşlar…
Ve güller…
Hiçbir şeyin gürültüsünü
Ve rengini bilemezsin…”
Hayatı “bilmek” mümkün değil…
Kaldı ki, “biliyorum” diyen insan, öğrenmeye kapatıyor kendisini…
“Ben oldum” dediği an başlıyor insan hatalar yapmaya…
Adeta hayat egosunu sınıyor insanın…
En zayıf anında, yani “biliyorum” dediği anda çalıyor yerden yere…
***
Yaşam devam ettikçe hayat okulunda öğrenciliğimiz de devam ediyor...
Bilmediğimizi kabul ettikçe sorguluyoruz…
Ve sorguladıkça bilmeye başlıyoruz…
Ve öğrendiğimiz her şeyi geride bırakıyor, yeni deneyimlerle yeni bilgilere yelken açarız…
Ama bilmenin sonu yok…
Ve biliyor olmak bir varış noktası da değil…
“Şimdi biliyorum, hiçbir zaman bilinmediğini biliyorum.” itirafında gizli her şey şairin…
Bildiğimiz sanıyoruz, ama asla gerçekten bil(e)miyoruz…
***
Bilmek mümkün olmadığı gibi “emin olmak” da mümkün değil…
Her gün, yeni bir sınav insan yaşamında…
Kuralları farklı bir sınav…
Üç yanlış bir doğruyu değil, bir yanlış üç doğruyu götürüyor…
Hakkında kesin hüküm verdiğimiz, “dostum” dediğimiz birisinin yanlışı tüm ezberimizi bozuyor…
Saatlerce uğraşarak iskambil kağıtlarıyla yaptığımız kale bir kendini bilmez rüzgarla yerle bir oluyor…
En başa götürüyor bizi…
Tümevarımcı çalışıyor insan zihni…
Diğer dostlarımıza yönelik de şüpheler içine düşüyoruz…
O güne kadar savunucusu olduğumuz erdemlerimizi sorgulamaya başlıyoruz…
Sil baştan başlıyoruz adeta….
Tam da “biliyorum” demeye hazırlanırken cehaletin yumruğu iniyor mide boşluğumuza…
***
Şiirin orijinal şarkısını seslendiren Jean Gabin gibi “Maintenanant je sais” (Şimdi biliyorum) diyoruz…
Bilmediğimizi biliyoruz oysa…
Ve en son hatamız…
En son yediğimiz kazık…
En son yaşadığımız haksızlık yeniden yüzleştiriyor bizi cehaletimizle..
“Bir daha asla” diye yeminler ediyoruz içimizden…
Yine bilmiyoruz…
Bilemiyoruz…
Ama…
En azından…
Artık öğreniyoruz…
(*) Herhangi bir internet arama motorunda “Selçuk Yöntem+Şimdi Biliyorum” yazmanız durumunda bu enfes şiiri büyük sanatçının yorumuyla dinleyebilirsiniz. Dinlemediyseniz mutlaka öneririm…