google translate
Turkish to English Turkish to French Turkish to German Turkish to Greek Turkish to Italian Turkish to Japanese Turkish to Russian Turkish to Spanish Turkish to Chinese

mesaj gönder

Ayna

Felsefe konuşmaktan büyük zevk aldığım bir dostum vardı.

Hiç tahmin etmediğim, edemeyeceğim bir zamanda ve ortamda kesişmişti yollarımız…

Hekimdi…

Hastanedeki odasında başlamıştı sohbetlerimiz.

Felsefe ortak ilgi alanımızdı.

Sonradan müşterek bir hobimizi daha keşfettik

İkimiz de balıkçıydık.

Hem de sıkı balıkçı…

Ortak avlarımız başladı nitekim daha sonra.


***


Gece yarısı,  gözümüze kestirdiğimiz bir koya gider, atardık oltalarımızı…

Misinalarımızın karada kalan ucuna metal meşrubat kutuları bağlardık. 

Ola ki balık asılırsa, zaten kutunun çıkardığı tıngırtı bizi alarma geçirmeye yeterdi.

Şarabımızı açar, peynirimizi dilimler, beklerdik…

Beklerken de sürekli sohbet ederdik.

Güneş yükselip, avımızın bittiğini bize duyurana kadar saatlerce sohbet eder, felsefe konuşurduk…

Hayatı sorgulardık.

İnsanları irdelerdik.

Duyguları analiz ederdik.

Bazen ava çıkmadan gündemi belirlerdik.

“Bu gece şu konuyu konuşalım, tartışalım” diye kararlaştırırdık.

Bazen de kendiliğinden ortaya çıkardı konu başlıklarımız.

Geceleri hep çok sevmişimdir.

Karanlık detayları örter, öze odaklanır insanın beyni geceleri.

Biz de dostumla hayatın özüne fokuslanır, sabaha kadar tartışırdık.

Saatlerce…

Hiç durmadan…

Ve hep aynı derinlikte…

Dışarıdan bizi bir izleyen olsa adeta Sokrates ile Platon'un reankarne olduklarını düşünürdü.

Balık avı mı daha keyifliydi, yoksa sohbetimiz mi, hala karar veremem.

Güzel bir iş teklifi aldı dostum,  başka bir ülkeye taşındı.

Artık çok ender, ancak sosyal medya üzerinden görüşebiliyoruz. 

O tadına doyulmaz “derin” sohbetlerimiz mazide kaldı.


***


Neler konuşmazdık ki…

Örneğin bir gece saatlerce Zülfü Livaneli’nin “Odam kireçtir benim” diye başlayan şarkısını tartışmıştık.

Yoruma açık bir hipotez vardır o şarkının sözlerinde: “Sevda baştan gitmiyor, sarılıp yatmayınca."

Birçok insana tuhaf gelebilir ama biz saatlerce bu hipotezi tartıştık. 

Her zamanki gibi görüşlerimiz çok farklıydı.

Dostum, tensel temasın ilişkinin bitişini duyurduğunu savunmuştu örneğin.

Dolayısıyla o malum anın mümkün olduğu kadar geciktirilmesi gerektiğini.

Tüm ilişkilerin o özel paylaşımı bitiş noktası bellediğini, artık keşfedilecek, paylaşılacak bir şey kalmayınca yolların ayrıldığını iddia etmişti dostum.

Bense tam tersi görüşteydim.

Bilakis o özel paylaşım olmadan bir ilişkinin gerçek bir ilişkiye dönüşemeyeceğini savunmuştum.

Sarılıp yatmanın sevdayı tutkuya dönüştürdüğünü, sevdaların geçici ama tutkuların kalıcı olduğunu iddia etmiştim.

Saatlerce tartışmıştık bu konuyu.

Ne o beni kendi düşüncesine inandırmaya çalışmıştı, ne de ben onu kendi tezime çekmeye çabalamıştım…


***


Yine bir keresinde “ölümsüzlüğü” tartışmıştık dostumla.

O,  bana göre biraz daha hedonistti, haz odaklı yaşamayı severdi.

Nitekim ölümsüzlüğün “boş” olduğunu savunmuştu.

“Sen bu dünyadan çekip gittikten sonra hatırlansan ne olacak, hatırlanmasan ne olacak, bunu asla bilemeyeceksin ki.” demişti.

Sürekli arkalarında iz bırakmak isteyenlerin bugünü yaşama becerisine sahip olmayanların bir psikolojik savunma mekanizması olduğunu savunmuştu bütün gece.

Bense ölümsüzleşebilme çabasının hayatı anlamlandırdığını, insanı bir ottan, bir böcekten daha değerli kıldığını iddia etmiştim.

İnsanın yaşamının bir amacı olması içermesi gerektiğini,  hayatın sadece hazlardan ibaret olmadığını ileri sürmüştüm.

Saatlerce süren bir tartışmanın ardından ikimiz de hala fikirlerimizin arkasındaydık.

Ama dönüş yolunda, arabadaki sessizliğimiz, sanırım düşüncelerimizi yeniden gözden geçirdiğimizin göstergesiydi.


***


Bir gece de Descartes’ı çekiştirmiştik örneğin dostumla sabaha kadar.

“Düşünüyorum öyleyse varım” sözünü irdelemiştik saatlerce.

Rasyonalist bir düşünce yapısına sahipti dostum.

İnsanın düşünerek her soruna bir çözüm, her soruya bir yanıt bulabileceğini iddia ederdi.

Bense farklı düşünüyordum Descartes’tan.

Tamam, insanı hayvandan ayıran temel özellik düşünebilmesiydi.

Ama sadece düşünmek yeter miydi var olmak için?

Duygular ne olacaktı peki?

Farklı bir yorum getirmiştim Descartes’ın sözüne “Düşünüyorum (ve hissediyorum), öyleyse varım.”

O,  benim akılcılıktan uzaklaştığımı öne sürmüştü.

Bense,  onun aşırı katı ve kalıpçı olduğunu…


***


Elbette dostumla ender de olsa üzerinde hemfikir olduğumuz konular olmuştu.

Ama ekseriyetle, farklı düşüncelerin arkasında durmuştuk.

Tam bir münazara şeklinde geçmişti sohbetlerimiz.

O beni eleştirirken kendi düşüncelerini tartmıştı.

Ben karşı tezlerimi savunurken kendi fikirlerimin sağlamasını yapmıştım.

Sentezimize ise kendi kendimizle baş başa kaldığımızda ulaşmıştık.


***


Dostuma her zaman için müteşekkirimdir bana kattıkları için.

Farklı insanlar olmamız hiç sorun değil.

Hatta iyi ki farklıydık ki bana kendi fikirlerimi farklı bir vizyonla sınama şansı sundu. 

Aynı şeyleri söylüyor olsaydık bu durum ikimizin de birlikte zaman geçirmesini sağlardı sadece.

Oysa biz birlikteyken,  zamanı geçirmedik, değerlendirdik.

Rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir insanın sahip olabileceği en büyük zenginlik kendisine ayna olacak bir dost…

Mevlana’nın Şems’i gibi..

Baktıkça kendisini görebileceği bir ayna…

Puzzle’ın eksik kalmış parçalarının gizlendiği bir kutu.

Ya da çıktığı yolda yönünü bulmasını sağlayacak bir pusula…


***


Kimse size bir şey öğretemez.

Ancak kendi kişisel doğrunuza gidecek yola bir ışık tutabilir.

Kapıyı aralar.

Girip girmemek sizin kendi kararınızdır.

Ve bazen bu kişi hiç beklemediğiniz bir anda da çıkabilir karşınıza.

Sohbet ederken adeta ayaklarınızın yerden kesilip kuşbakışı kendinizi izlemenizi sağlar.

Bir cümle bile şimşekler çaktırabilir zihninizde.

Aynayı tutup size kendinizi gösterir...


***


Felsefenin temel sorusunun  “Ben kimim?” olduğu söylenir…

Ben bu soruya “a contrario” yani zıt bir yorum getirmeyi tercih ediyorum.

Aslında temel soru “Ben kim değilim?” olmalıdır.

İnsan kim olmadığını bilmeden, kim olduğuna karar veremez.

Olmak istediği, olmaya özendiği kişiyle gerçeği içiçe geçip karışabilir bazen.

Kendisi hakkında illüzyonlara da kapılabilir insan.

İşte bu noktada hayatınızda size “Kim olmadığınızı” hatırlatan kimseler varsa çok şanslısınızdır.

Size görmek istediğiniz kişiyle olduğunuz kişiyi ayırt etmenizi sağlayan o aynadır aslında sizi sizle kavuşturan.


***


Kendisini arayan kişinin önce kendisini kaybetmesi…

Kendisiyle barışmak isteyenin önce kendisiyle kavga etmesi…

Kendisine kavuşmak isteyenin ise önce kendisinden uzaklaşması gerekir.

Bu kaotik süreçlerde labirentin çıkışını ancak sizden farklı düşünen dostlarınız gösterebilir.

Bir ile biri çarparsanız elde edeceğiniz yine birdir.

Önemli olan kişinin kendi birine bir başka “bir”i daha ekleyip iki olabilmesi…

Vakit "geçirebileceğiniz" sayısız insan vardır çevrenizde.

Vakti "değerlendirebileceğiniz" dostu bulmaktır asıl olan.

Dostlar vardır insana kendisini tekrar ettiren...

Dostlar vardır kişiye benliğini keşfettiren...

Ya camdan bakar yaşananları seyredersiniz.

Ya da aynaya bakar yaşadığınızla yüzleşirsiniz.

Karar da sizindir, tercih de...





 






YORUMLAR
Lütfen sitede yapacağınız yorumların hakaret, aşağılama vs. gibi unsurlar içermemesine özen gösteriniz. Bu tarz yorumlar kesinlikle aktive edilmeyecektir. Teşekkürler...