Cesaret İşidir Medeniyet
Yönettiğim kurumlarda, iş başvurusunda bulunan sayısız personel adayıyla görüştüm şimdiye kadar…
Hep aynı senaryoyla karşılaştım, karşılaşmaya da devam ederim…
Aday gelir oturur karşıma…
“Anlatın lütfen kendinizi, sizi tanımak istiyorum” derim.
Hiç şaşmaz, neredeyse yüzde doksanı okul başarılarını sıralar arka arkaya…
“Falanca koleji bitirdim, falanca üniversiteden şu dereceyle mezun oldum… Şu firmada stajımı yaptım, şu kursları bitirdim vs. vs. vs.”
Masa üzerine bırakılmış şeffaf dosyanın içinde bir sürü diploma, sertifika fotokopisi…
Kendisini anlatmaz, okul başarısını anlatır sadece…
Sonra başlar benim sorularım…
“Peki” derim…
Hangi derneklere üyesiniz?
Herhangi bir müzik aleti çalıyor musunuz?
Düzenli olarak hangi sporu yapıyorsunuz?
En son hangi izlediğiniz tiyatro eseri hangisi?
Yeni çıkan kitaplar arasında hangisi okudunuz?
Vs… vs… vs…
Aday şaşırır, afallar…
Az önce o özgüven patlaması yaşayan aday gitmiş yerine apayrı bir genç gelmiştir…
Terler, kekeler…
“Ama hocam, hep çalışmadığım yerlerden soruyorsunuz” der gibi bakar gözlerime…
***
Deneyimlerim bana hep şunu göstermiştir:”Sosyallikten ve medeni cesaretten uzak bir okul başarısı kişiyi vasat bir çalışan yapar”
Kişi sadece kendisine verilen görevi yapar, hepsi o…
Ekip ruhundan yoksundur genellikle…
Yetki verdiğinizde paniğe kapılır, strese girer…
Ama okul başarısı vasat olsa da, medeni cesarete sahip, sosyal bir çalışan takımın vazgeçilmez bir oyuncusu olmaya nazmettir…
Zor anlarda, inisiyatif kullanabilme riskini göze alır…
Çok daha yaratıcıdır…
Diğer personelle çok daha güçlü bir ilişki kurar.
Ben kurumsal başarının robot gibi sadece bilgi sahibi personelle değil…
Biraz çılgın, hayalleri olan ve yöneticisinin beynini tokatlayan “yol arkadaşlarıyla” kazanıldığını düşünürüm…
***
Bir öğreti vardır toplumumuzda…
Derler ki “Yaptığın işi seveceksin”
Bu düpedüz “buldun bir iş kanaat et işte” demektir…
“Ne iş olsa yaparım ağabey”cilik böyle başlar…
Çetin Altan’ın sürekli vurgu yaptığı “mesleksiz toplum” böyle ortaya çıkar işte.
Çok yanlıştır aslında bu yaklaşım.
Doğrusu “Sevdiğin işi yapacaksın” olmalıdır…
İki kavram arasında dağlar kadar fark vardır…
Birinde bireyin kendisini yaşaması söz konudur, diğerinde ise kendisinden isteneni yaşaması…
***
“Sınav kazanmaya” endeksli eğitim sistemimizin karakteristiğidir bu…
Hormonlu meyveler gibi şişirilir gencin beyni gerekli gereksiz bir sürü bilgiyle…
Öğrencilik bitip de gerçek hayatla yüzleşince “afallar” genç…
Bakar ki kendisini “gerçek hayattaki başarıya” yani mutlu bir insan olmaya götürecek harita verilmemiş kendisine.
Görür ki, sadece “Üniversite”yi gösteren bir pusula verilmiş eline…
Mezun olur…
Deniz biter…
Peki ya sonra?
***
Türkiye’nin birçok alanda batıdan geri kalmasında eğitim-öğretim sistemindeki bu vizyonsuzluğu aramak gerekir…
Öğretimin ne kadar başarılı olduğu tartışılır…
Ama eğitim bağlamında durum daha vahim ne yazık ki.
“Mezun eder” sadece bizim sistemimiz…
Ama genç mezun olduğu işi mi yapar yoksa başka bir iş mi arar?
Mesleğinde başarı olur mu olmaz mı?
Onunla ilgilenmez…
Gerçek hayata yolladığı birey mutlu mudur mutsuz mu, umursamaz…
“Müfredatı verdim, öğreteceğimi öğrettim” der sıyrılır aradan…
Bu yüzden neredeyse yaşamları, hayalleri birbirine benzeyen, hobisiz, hayalsiz kişilerden oluşur toplum…
Eh büyük eksikliğimiz ise medeni cesarettir.
Medeni cesaret sahibi olmak sosyalleşmekle doğru orantılı olduğundan ve eğitim sistemimizde sosyalleşmenin yeri olmadığından…
Kendine güvenmeyen, özgür fikrini ortaya koymaya çekinen bireylerle doludur çevremiz…
***
Dikkat edin, okulda öğretmen dersini verir, “anlamayan var mı?” diye sorar…
Kimse sesini çıkaramaz…
Çekinir öğretmenin kendisini bozmasından…
Bir düğüne, kutlamaya gidersiniz…
Pist ilk başlarda bomboş kalır uzun bir süre…
Herkes ilk çiftin piste çıkmasını, dansı açmasını bekler...
Ondan sonra cesaretlenir herkes…
Kalabalık bir kitle karşısında konuşmayı hiç bilmez bu sistemin yetiştirdiği birey.
Sesi titrer, elleri titrer, dizleri titrer kalabalık karşısında konuşurken…
Gösterilerde sahneye bir izleyici davet edileceği zaman herkes önündekinin arkasına saklanır kendisi seçilmesin diye…
Toplulukta “haydi bir şarkı söyle” dendiğinde herkes kaçacak yer arar”
“Sanal alem Kazanovaları”na bakın, gerçek hayatta bir kızla konuşurken iki lafı bile bir araya getiremezler…
***
Seneca “Medeni cesaret kişiyi yıldızlara götürür, korku ise ölüme.” der…
Medeni cesaret bireyin aklını, kendisini, kişiliğini ortaya koyma biçimidir aslında…
Medeniyet bağlamında yetersizliğin göstergesi olan “cahil cesareti” maşallah gereğinden fazladır toplumumuzda…
Ama “medeni cesaret” başka bir şey…
Medeni cesareti tek başına ele almamız öyle kolay değil..
Nar meyvesi gibi küçük küçük tanelerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bir şey medeni cesaret..
İçinde bilgi birikimi var… Ruhun terbiyesi var… Sosyallik var…
Görgü var içinde… Kişisel zevkler var… Yaşama duyulan bağlılık var..
Medeni cesaret kişinin kendisini sergilemesidir…
Birikimini ifade edişidir…
Adı üzerinde “medeni” bir cesarettir…
Yani usun yoğurduğu, yeteneklerin ortaya çıkardığı, kişinin öz güveninin yansıdığı cesaret şeklidir bu…
****
Rönesans dönemi yazarlarından François Rabelais’nin “Gargantua” adlı ölümsüz bir yapıtı vardır.
Kitapta önemli hayat dersleri veren birçok öykü mevcuttur…
“Panurge’ün koyunları” isimli öykü de bazı davranışları analiz edebilme bağlamında önemli bir mesaj verir okuyana…
Pantagruel’in gemisi açık denizde koyun yüklü bir şileple karşılaşır…
Gözlüğü başlığına takılıdır Panurge’ün…
Bu halini gören satıcılar ona boynuzlu muamelesi yapar.
Sinirlenir Panurge, intikamını almak ister…
Satıcıdan bir koyun satın alıp denize fırlatır…
Diğer koyunlar denize atlayan koyunu takip edip tek tek bırakırlar kendilerini suya…
Sürüyü zapt etmeye çalışan celepler de arkalarından…
Medeni cesaret yoksunluğundan ötürü kişi işte Panurge’ün koyunları gibidir toplum…
Birey kendi kişiliğini kamufle etmeyi seçer.
Kendi iç sesini sadece kendisi duyar…
Sürünün içerisinde kendisini gizleyerek yaşar…
Toplumsal komplekslerimizin de, sosyal bilinçaltımızdaki pasifliğimizin de altında hep bu medeni cesaret yoksunluğu yatmaktadır…
***
Hep söylerim, keşke birçok gereksiz dersin yerine medeni cesaret, hitabet, adabı muaşeret, sosyalleşme gibi dersler olsa okullarımızda…
Bir türlü anlamıyor eğitim sistemi, meslek sahibi olmaktan daha önemlidir mutlu ve sosyal olmak…
Biz okullarımızda gençleri “mutlu olmak eşittir sınavı kazanmak” tarzı bir şartlanmayla yetiştiriyoruz…
Bunun sonucunda medeni cesaretten yoksun, asosyal, hobisiz bir toplum içinde yaşıyoruz…
Pink Floyd’un şarkısındaki gibi duvardaki herhangi bir tuğlaysanız ne varlığınızın bir önemi vardır ne de kişiliğinizin…
Ve renksiz tuğlalardan örülü duvara benzeyen toplumlar medeniyete ne kadar katkı sağlar ki?
***
Boş ver sana öğretileni arkadaşım, mutlu olabilmektir hayattaki en büyük başarı.
Yaratıcılıktır, hayal kurabilmektir, kişinin kendisini çekinmeden ifade edebilmesidir mutluluğun anahtarı…
“Ağır ol molla desinler” sözüne sakın inanma, bilakis çılgın ol, hayallerinin peşinden koş…
“O ne der, bu ne düşünür” demeden yürekli bir biçimde koy kendini ortaya...
Bir cesaret işidir çünkü medeniyet…