Bizimkisi kadar kurumlara, mesleklere bol keseden “kutsiyet” atfedilen bir başka ülke daha yoktur herhalde…
Geri kalmışlığımızın altında bu yaklaşımın da etkisi var bence.
Neden mi?
Kutsiyet yüklediğinizi sorgulayamazsınız, eleştiremezsiniz çünkü…
Peki, eleştiri yoksa sorgulama yoksa ilerleme olabilir mi?
Olmaz elbette…
Kutsiyet yüklenen kavram tabulaşır, dogmalaşır…
Yanlışları görürsünüz ama ses çıkartamazsınız…
Eğer yanlışları hiçe sayarsanız bu sefer doğruların farkına varamazsınız…
Ve üç yanlış bir doğruyu götürür…
Eğer doğrulardan yola çıkarak tüme varmaya çabalarsak bu sefer yanlışların kendilerini kamufle etmelerine ortam hazırlarız…
Her ikisi de yanlıştır, hatalıdır…
***
Olay devletle başlar aslında.
Devleti kutsal biliriz…
Hatta öyle ki devlet bizim gözümüzde “devlet baba”dır…
Adı üzerinde “baba”…
Döver de sever de.
Baba eleştirilmez…
Baba sorgulanmaz…
Baba her zaman haklıdır…
İnsan haklarının, bireysel özgürlüklerin, demokrasi kültürünün egemen olduğu çağdaş toplumlarda devlet birey içindir…
Devlet bireyin hizmetindedir…
Ama bizde devlet dediğinizde akan sular durur…
Kutsaldır çünkü…
***
Öğretmenler kutsaldır bizde, değil mi?
Neden?
Tamam, binlerce olanaksızlıkla boğuşarak hatta canını bile riske atarak bu ülkenin gençlerini yetiştirmeye çabalayan öğretmenlerimiz var bu ülkede.
Keza okulu sadece bir öğretim kurumu olarak görmeyip öğrencilerine insanlığın erdemlerini aşılamak için canla başla çalışan öğretmenlerimiz de var…
Onları tenzih ediyorum…
Ama bunun yanında nasılsa bir devlet okuluna kapağı attım, artık emekliliğim garanti deyip kendisini hiç geliştirme gereği duymayan öğretmenler yok mu?
Sorumluluğunu sadece müfredatta yer alan dersleri vermekten ibaret sayan öğretmenler yoktur diyebilir misiniz?
Cumhurbaşkanı’nın öğretmenler günü münasebetiyle yaptığı konuşmada “Rus uçağını düşürdük” dediğinde elleri kızarırcasına alkışlayanlar da öğretmenler değil miydi?
Bizzat Cumhurbaşkanı bile rahatsız olup “Bunda alkışlanacak bir şey yok arkadaşlar” diye uyarma gereği duymuştu hani.
Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış” sözünü gençlere benimsettirecek, yeni yetişen nesle dostluğu, barışı aşılayacak olan öğretmenler bu öğretmenler mi?
Haydi canım…
***
Üniversiteler de aynı kutsiyetten nasibini alırlar bizim ülkemizde.
Öyle ya, bilimin ışığını yayar üniversiteler.
Kutsaldır…
Da; acaba gerçekten öyle midir?
Üniversitelerimizde hiçbir şey üretmeden, yazmadan, çizmeden yaş durumundan zorunlu emekli olacağı son güne kadar sırf tatlı maaş beklentisinde olan öğretim üyeleri yok mu?
Her işini asistanlarına yaptırtan, günde bir iki saat görünüp ortadan kaybolan hocalar yok mu?
Siyasi ya da idari bir “dayı”ları olduğu için kadro kapabilen, yine aynı bağlantılarıyla bir yerlere gelebilen öğretim üyeleri yok mu?
Tamam, çok değerli, hayatını üretmeye, öğretmeye adamış üniversite hocaları da var bu ülkede; onların yeri ayrı.
Ama bu kutsiyeti yanlış örneklere de atfettiğimizde, deyim yerindeyse “israf ettiğimizde” onların hakkını yemiş olmuyor muyuz?
***
Hekimler de kutsaldır bizim ülkemizde…
“Elleri öpülesi hekimlerimiz”e methiyeler düzülür her yıl 14 Mart’ta…
Gerçekten eli öpülesi hekimlerimiz de vardır…
Hikoprat andına meslekteki son gününe kadar sadık kalan…
Garibanların da bu ülkede sağlık hizmeti alması gerektiğini savunan hekimlerimiz var tabii ki…
Görevinin başında saldırıya uğrayan hekimlerimizi de unutmayalım…
İyi, doğru, mesleğini olması gerektiği gibi yapan hekimleri bir kenara koyalım…
Tamam da…
Sormak lazım “bıçak parası” diye bir açıktan milyarlar talep eden hekimler…
Muayenehanesinde servet kazanırken bir küçük esnaf kadar bile vergi vermeyen doktorlar…
Parası olmayan için kılını bile kıpırdatmayan hekimler…
Onların da elini öpecek miyiz?
Hiç yanlış hekim yok mu yani?
***
Gazeteciler de yüce insanlardır bizim ülkemizde.
Öyle ya, demokrasinin teminatıdır basın…
Ama hangi gazeteci?
Mesleğini onuruyla yapamadığı için yıllardır işsiz olan idealist gazeteciler var bu ülkede.
Yazdığı bir yazıdan ötürü, sadece fikrini açıkladığı için demir parmaklıkların arkasında yıllarını geçirmiş gazeteciler de var…
Araştırmalarda medyaya duyulan güvenin bu denli düşmesine sebep olan gazetecilere ne diyeceğiz peki?
Kalemini halkı aydınlatmak için değil birilerini mutlu etmek için kullanan gazetecilere?
Görevdeki hükümetlere sırtını dayayarak bir eli yağda bir eli balda günlerini gün eden gazeteciler mi demokrasinin teminatı?
Topyekûn hepsini birden “demokrasi havarisi” ilan ettiğimizde örneğin bir Uğur Mumcu’nun, bir Abdi İpekçi’nin ve bu uğurda can vermiş birçok büyük kalemin kemiklerini sızlatmış olmaz mıyız?
***
Dikkat edin, hangi mesleğe, hangi kuruma kutsiyet atfetmişsek o alanda çuvallamışız ve çuvallamaya da devam ediyoruz…
Mesela hukukçuları kutsal bilmişiz…
Avukatı, hakimi “yüce insan” ilan etmişiz…
Adalet sisteminin hali ortada…
Bırakın hukuk sistemine inanmayı, şahit bile yazılmaya korkan bir toplum olup çıkmışız…
Örneğin sanatçıları kutsal kabul etmişiz…
Sanat alanında nerede olduğumuz malum…
Bir dönemin tevazu sahibi, halkını aydınlatmaya çabalayan sanatçılarının yeri doluyor mu?
Mesela ikinci bir Barış Manço, ikinci bir Müşfik Kenter geldi mi?
Askerleri kutsal bilmişiz…
Sürekli kesintiye uğramış demokrasimiz…
Sadede gelmek istiyorum…
“Onun elini öpelim”, “bunu başımızın üzerine koyalım” diye diye eleştirmeyi, sorgulamayı unutmuşuz…
Sorgulamayı bilmediğimiz için de kabullenmişiz…
Ya da kendimizi kandırmışız…
Keşke, takdiri hak edene verirken, hatalı olanı da fark edebilseydik…
Yakasında bir mesleğin rozetini taşıyanla kendisini o rozete taşıtanı birbirinden ayırt edebilseydik…
“Kral çıplak” deme cesaretini gösterebilseydik…
O zaman, yanlış, kendisini gizleme, arada kaynama şansı bulamazdı…
Ve “gerçek doğru” gerçekten “hak ettiği” değere kavuşurdu..
Sözün özü, her mesleği hakkıyla yapanlar da vardır, istismar edenler de…
Genellersek hem hata hem de haksızlık yaparız....
Hiçbir meslek, hiçbir unvan kutsal değildir…
Kutsal olan “insan”dır…