Türkiye bir “değer”ini kaybettiğinde içim daralıyor.
Evet, bir yandan aramızdan ayrılan(lar) için üzülüyorum…
Ama diğer yandan yarınlara olan umudum da azalıyor.
Çünkü biliyorum dolmayacak gidenlerin yeri…
“Gelen gideni aratır” sözü öyle doğru ki…
Her yıldız kaydığında gökyüzü daha da kararıyor…
Ve her yitirilen değer “değersizlikle” yüzleştiriyor bizi…
***
Farkında mısınız, “değer” üretemiyoruz artık.
“Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı” demişler…
Halt etmişler!
Sizi bilmem ama benim usumdaki bitpazarı nur içinde, pırıl pırıl parlıyor.
Eskilere, yitirdiğimiz değerlere duyduğum özlem her geçen gün daha da artıyor.
***
Hüzünlü bir nostalji değil bu; keşke öyle olsa…
Bu, “dün”ü özlemekten öte, farklı bir his…
Yarınlardan kaygı duymak belki de.
Çünkü görüyorum; kaybedilen değerin yerine yenileri gelmiyor.
Toplum yitirdiği değer(ler)in yerine yenilerine koyamıyor.
Değeri azalan “bugün”den değersiz bir “yarın”a geçiş yapmanın huzursuzluğunu hissediyorum son yıllarda.
“Gülümse, yarın daha kötü olacak” diye öğüt veren Murphy Kanunu geliyor aklıma…
Gülümseyemiyorum ama…
***
Eski Türk filmlerinde, rahmetli Hulusi Kentmen’le özdeşleşen bir dönemin o müşfik fabrikatörlerinden eser mi kaldı?
Sabahın yedisinde işinin başında olan, fabrikasında çalışanlarının arasında gezen o eski sanayici tipi nerede!
Sıfırdan gelmenin olgunluğu ve hazmı başkadır.
“Yok”tan gelen özünü unutmaz, şımarmaz.
Eski sanayiciler tırnaklarıyla kazıyarak kurdular dünyalarını…
İkinci kuşak, yeni jenerasyon hazıra kondu.
Krallığın tacını devraldı ama asayı hakkıyla taşıyamadı.
Artık öğleye doğru işine gelen, son model arabalara servet saçan, lüks yaşamın büyüsüne kapılmış, gönül ilişkileriyle gündemde kalan bir iş adamı tipiyle karşı karşıyayız.
Yanında çalıştırdığı yöneticileri yatlarda, ciplerde gezerken yıllarca Ford Taunus’a binen Vehbi Koç gibi sanayici kaldı mı?
Uçak seyahatlerinde asla business class tercih etmezmiş rahmetli Koç; “Neden böyle yaptığı sorulunca da "uçağın arkası başka yere mi gidiyor?” dermiş.
Bu cimrilik mi?
Değil bence, bunun adı “hazım”…
Ya Sabancı?
O halk adamı tavrından hiç vazgeçmeyen, özünü inkâr etmeyen Sabancı.
Yıllar önce TOBB’un bir toplantısı vesilesiyle gittiğim Van’da rahmetli Koç ile de Sabancı ile de tanışma, karşılıklı sohbet etme şansı bulmuştum.
Her yanına gelen vatandaşın elini sıkan, kahveye oturup herkesle birlikte çay içen halk tipi sanayicilerdi ikisi de…
Ya şimdi?
Belki yine çok zengin iş adamları var Türkiye’de; ama eskilerin koltuğu dolmuyor…
Bugün, mevcutlar arasında “halk adamı” diyebileceğiniz kaç isim sayabilirsiniz?
Var mı?
O nesil aramızdan ayrıldı gitti…
Ve boş kaldı yerleri…
***
Tarık Akan’ın vefatını öğrendiğimde sanki gençliğimin de usumdan silinip gittiğini hissettim.
Bir boşluk geldi oturdu yüreğime…
Gerçek bir sanatçıydı.
Duruşuyla, tevazusuyla…
Tıpkı merhum Zeki Alasya gibi, Kemal Sunal gibi, Nubar Terziyan gibi…
Aramızdan ayrılan, Yeşilçam’ın birçok unutulmaz ismi gibi…
Siz hiç bu sanatçıların şöhretten havalara girdiğini gördünüz mü?
Bir Müşfik Kenter’in, bir Münir Özkul’un, bir Adile Naşit’in gece kulüplerinden sarhoş vaziyette çıktıklarını gördünüz mü?
Onlar sadece sanatlarını icra ettiler.
Özel yaşamlarıyla değil, aldıkları ücretlerle değil, sevgilileriyle değil; sanatlarıyla gündeme geldiler sadece.
Yaşantılarıyla da topluma örnek oldular, model oldular.
Peki ya bugün?
Yeşilçam kaldı mı?
O ruhtan eser kaldı mı?
***
Türkiye’de siyasetin bir dönemine imza koyan isimleri anımsayın.
Bir Demirel’i… Bir Ecevit’i örneğin…
Demirel’in rahmetli Özal ile yaşadığı en sert polemiklerde bile ağzından kaba bir sözün çıktığını duydunuz mu?
Keza Ecevit’in beyefendiliği, kalitesi, devlet adamı duruşu unutulur mu?
Keza bir Adnan Kahveci, bir İsmail Cem, bir Rauf Denktaş…
Eski siyasetçiler renkli insanlardı.
Görmüş geçirmiş olgun insanlardı.
Hoşgörülüydüler, vicdanlıydılar…
Devlet terbiyesi almışlardı…
Doldu mu yerleri?
Kaybettik değerlerimizi.
Değersizleşti siyaset…
***
Fransa’da “Türkiye’den geliyorum” dediğinizde size “Nazım’ın Türkiye’sinden mi?” diye sorarlar.
Bir şair düşünün ki, ünü ülkesinin bile önüne geçmiş durumda…
Türkiye’den çıkmış ama dünyaya mal olmuş!
Bir Yaşar Kemal tanıdı bu ülke…
O Yaşar Kemal ki sadece “İnce Memed”i 40 dile çevrildi.
Bir Uğur Mumcu vardı…
Hiç özel uçaklarda, yatlarda gezmedi…
Şişesi yüz binlerce dolara satılan şaraplardan içmedi.
Katledildiği güne kadar Karlı Sokak’taki evinde mütevazı bir yaşam sürdü.
Sadece fikirleriyle, yazılarıyla tanındı.
Bir İlhan Selçuk vardı, neredeyse her kitabını ikişer, üçer kez okuduğum.
Yeni yazarların arasında bu bayrağı taşıyan kaç kişi kaldı?
***
Turgay Şeren’in vefat ettiğini duyduğumda inanmak istememiştim.
İsmini Atatürk’ün koyduğu, sporculuğunun yanı sıra beyefendiliğiyle de yeni nesle örnek olmuş bir isimdi.
Tıpkı Süleyman Seba gibi…
Tıpkı Lefter Küçükandonyadis gibi…
Sporun özündeki dostluğun, kardeşliğin, barışın son temsilcileriydi onlar.
Günümüzdeki gibi “prim” aşkının değil, forma aşklarının, spor aşklarının peşinden gittiler hep.
80 milyona dayanmış bir nüfus sözüm ona…
Ama nicelik ve nitelik karşılaştırıldığında; tablo trajik.
323 bin nüfuslu İzlanda’nın çıkardığı futbol takımının başarısının onda birini 80 milyonluk bir ülke gösteremiyor.
Üç tarafı denizlerle çevrili ülke dünyaca ünlü bir yüzücü yetiştiremiyor.
Aylarca karlar altında kalan Türkiye’den kayakçı çıkmıyor, buz balesinde hepten kayıbız zaten.
Hantal bir deve benziyor adeta Türkiye…
***
Yeni nesil daha iyi eğitim alıyor kabul…
Yeni jenerasyon dil biliyor, internet kullanıyor ona da tamam…
Ama eskilerin o “ruh”undan eser yok bugün.
Ruhunu yitirmiş toplum…
"Cücelerin gölgelerinin uzadığı yerde güneş batıyor demektir" der bir söz…
Her kaybedilen değer “gurub”a biraz daha yaklaştığımızı anımsatıyor bize.
***
Günümüzde ulusal gururumuz futbol takımlarımızın Avrupa’da kazandığı başarılara endekslendi.
Oysa spor bir ülkenin sadece adını duyurur.
Ülkeyi anlatan, tanıtan; yetiştirdiği sanatçılardır, bilim insanlarıdır, edebiyatçılardır, siyasetçilerdir…
Bir ülkenin saygınlığı evrensel kültüre kazandıklarıyla ölçülür.
İşte bu yüzden çakıldı kaldı Türkiye.
Eski değerlerini yitirirken yeni değerler çıkartamıyor.
Değerin ölçütü değişti.
Moda tabiriyle yükselen değerlerimizle alçalıyoruz aslında, farkında değiliz…
***
Geçen yaz “Ferhangi Şeyler”e gittim yine…
Dokuzuncu kez…
Bilet alarak…
Neredeyse oyunun tüm repliklerini ezberledim…
Gittim, çünkü bir kez daha Ferhan Şensoy efsanesini sahnede izleyebilmenin imtiyazını yaşamak istedim.
Haldun Dormen’in İzmir’e geldiği hiçbir oyunu da kaçırmadım, aynı heyecanla…
Değerin değerini bilmenin böyle mümkün olduğuna inanıyorum zira..
Keşke mümkün olsa da elimizde kalan birkaç gerçek “değeri” cam fanusta saklayabilsek…
Ama imkânsız...
Gelen gidecek; doğanın kuralı, dengesi bu.
Ama yine de mutluyum; biz şanslı bir nesildik; gerçek “değer”leri tanıdık.
Biliyoruz sporcunun da, sanatçının da, yazarın da, siyasetçinin de nasıl olması gerektiğini.
Acıdır ki yeni nesil tanıma şansı bulamadı onları…
Örnek bulamadılar önlerinde…
“İllüzyon”ların peşine takılıp gittiler…
Murathan Mungan’ın sözlerini yazdığı Yeni Türkü’nün “Telli Turna”sında söylediği gibi…
Biz büyüdük ve kirlendi dünya…
Değerler bırakıp gittiler bizi ve boşaldı dünya!
***
İz bırakmak ve is bırakmak…
Çok sevdiğim ve saygı duyduğum bir dostumdan, kardeşimden öğrendim bu sözü…
Eskiler topluma, arkalarından gelenlere örnek olmuşlardı…
“İz” bıraktılar…
Bugün özlemle anıyoruz onları…
Ama bugünküler ancak “is” bırakabiliyorlar…
Ve...
“İs”li bugünden “sisli” yarınlara doğru ilerliyoruz hızla…